Bir varmış bir yokmuş, birden olmasa da şekçiler/şüpheciler birden bire dünyayı izafileştirmiş. Ve yeryüzü sakinlerine göre her şey izafileşmiş/göreceli hale gelmiş. Derken mutlak doğruları olmayan bir insanlık yığını ortaya çıkmış… Mutlak doğruları olmayan bir dünyadan hiç kimse hayır bekleyemez. Zaten “hayır” kavramı da izafileşmiştir bugünün dünyasında…
John Locke, David Hume gibi izafi(!) düşünürlerin felsefi bir temele oturtmaya çalıştığı eşyaya/varlığa izafi yaklaşım tarzı, bugün dünyanın yaşam tarzı haline gelmiş bulunmakta. İnsanlar artık inandığım “şu değerlere göre bu yanlış” ya da “şu doğru” demiyorlar. Aksine “şu menfaatime bu uymuyor” yahut da “bu uyuyor” diyorlar. Hayata böyle bakıyorlar. Ortaya konan bu izafi düşünce/yaklaşım tarzından Amerikan oportünizmi ile İngiliz pragmatistliğinin doğması kadar doğal ne olabilirdi. Zira madem her şey göreceli, mutlak bir doğru/gerçek yok, öyleyse şu fani dünyada benden ve menfaatlerimden daha değerli ne olabilir ki(!) mantığını doğuran şey de bizatihi izafiyettir. Yoksa siz bugün insanlığın gözünün içine baka baka insan (hassaten de Müslüman) katliamları yapıp öte yandan hayvanları koruma dernekleri kuran Batılı kafayı nasıl anlayabileceksiniz?
İzafiyetin kaynağı Batı’dır; Müslümanlar değil. Ama maalesef ki Müslümanlar da bugün izafiyet teorisinin/göreceli yaklaşım tarzının etkisi altındadırlar. Yoksa onların da canlarına, mallarına, ırzlarına kasteden Batı’ya hâlâ öykünmelerini ne ile izah edeceksiniz?
“Bana göre böyle”, “bence bu doğru”, “sence ne doğru” gibi benceci ve senceci bir dünyayı bize aydın, düşünen, üreten, entelektüel olarak yutturmaya çalışıyorlar. Burada izafiyetten kastımız kesinlikle insanın kendine göre fikirlerinin olamayacağını savunmak değildir. İzafiyetten kastımız, genelde insanların tümünün özelde ise Müslümanların, mutlak doğru ve gerçekleriyle bağlarını koparıp haddi aşmalarıdır. Durmaları gereken yerde durmamalarıdır. Yoksa eşyanın vakıasını anlayan ve yorum yapan bizzat insanın kendisidir ve Müslümanlar olarak İslâm da bizden eşyayı/varlığı tefekkür, tezekkür ve tedebbür etmemizi talep etmektedir. Ancak hayata egemen olup şekillendirme gibi bir hakkı yok aklın. Buna yeltenen insan aklının bugün dünyayı ne hale getirdiği ise ayın on dördü gibi ortada.
Bizler, Müslümanlar olarak mutlak doğruları/gerçekleri olan kimseleriz. Bizler, Allah ve Rasulü bir işe hükmettiği zaman hemen teslim oluruz. Zira Rabbimiz şöyle buyuruyor:
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُّبِينًا
“Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin bir erkek ve mümin bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (Ahzab 36)
Bizler Allah ve Rasulü’nün bizler için istediği şeyin, bizim kendimiz için istediğimiz şeyden daha hayırlı olduğuna iman ederiz. Bizler, Müslümanlar olarak izafi bir ümmet değiliz. Doğunun da batının da rabbi Allah’tır. Ve biz, Allah’ın insanlar için inzal buyurduğu dinin doğuya da batıya da hâkim olmasını, hayatta menfaatlerin değil şer’i hükümlerin hakim olmasını isteriz. Bizim zihniyet ve nefsiyetimizi şekillendiren sabit tek bir kaide vardır o da İslâm akidesidir. İslâm akidesi bizim hayattaki mihenk taşımızdır. Akidemiz tek referansımızdır. Asırların geçmesi onu iptal edemez. Çünkü o hakikatin sahibi olan alemlerin rabbi Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan tüm insanlığa inzal olunmuştur. Batı’nın göreceli hale getirdiği hakikat bizler de sabittir, değişmez… Rabbimiz şöyle buyuruyor:
الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
“Hak/hakikat rabbinden gelendir. Sakın şüpheye düşenlerden olma.” (Bakara 147)
İnsanlığın mutlak doğruya/doğrulara dönmesi, akletmesi ümidiyle…