Alelâde bir yapı, ruhsuz taklid değilsin
Minareler çaktık ki küfür sana eğilsin
Tuzak kurdu köleler, şafakla bizi bekle
Musa’nın kavmi değiliz buradayız bilesin
Taştan kalpliler için taştan örülü bina
Ah konuşsa dile gelip sorsan ehli semaya
Secde eder beş vakit Tekbirlere aşina
Zikre kilit vuruldu esirdir Ayasofya
Müjdelenen ordunun arza vurulmuş mührü
Bir müjdesi daha var: haydi Roma’ya yürü
Bedir’den, Çanakkale’ye ölmez iman dipdiri
Eğilip bükülmeyen minarelerin gibi
Bin şiir yazılsa, anlatamaz bu zulmü
Şu utanmaz cesetler, hakikat yaşayan ölü
Her devrin, tarihe mal olmuş şehirlerin, egemen devletlerin, kendine has, onu simgeleyen yapıtları, mabetleri vardır. Bu yapıtlar, bir devrin kapandığının, başka bir devrin açıldığının sadece var olduğu topraklarda değil, tüm dünyada kabul gördüğünün delilidir.
Her toplum, hükmettiği topraklarda inşa ettiği yapıtlarla bilinir, tanınır ve kabul görür. Kimi toplumlar, heykel ve put dikerek o topraklara hâkim olduğunu delillendirir, kimileri de mabetler dikerek. İslâm Devleti, ayak bastığı her şehirde inşa ettiği camiler, hanlar, hastaneler, bakımevleri, götürdüğü selamet, adalet ve hoşgörü ile bilinir ve kabul görürdü.
Arabistan’da Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi, Şam’da Emevi Camii, Kudüs’te Mescid-i Aksa ve Kubbet-us Sahra, İstanbul’da Fatih, Sultan Ahmet, Süleymaniye ve Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, İslâm Devleti’nin bu şehirlere vurduğu mühürlerdir. Ayasofya Camii, Fatih Sultan Mehmed ve şanlı İslâm ordusunun fethi ile Ortaçağ’ı kapatıp Yeniçağ’ı açtığını ve İslâm’ın burada egemen olduğunu simgeler.
Ayasofya, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in fetholunacağını müjdelediği İstanbul’un simgelerinden birisi olmasının yanı sıra o şanlı fethin de simgesidir. Fetih sonrası camiye dönüştürülen Ayasofya, etrafına dikilen dört minareyle İslâm’ın nihayetinde selametin burada hâkim olduğunu simgelemektedir.
Ayasofya tarih boyunca üç büyük darbe görmüştür.
İlk darbeyi İstanbul Bizans’ın egemenliği altındayken, Avrupalılardan aldı. Büyük Komutan Selahaddin Eyyubi’nin 1187’de Kudüs’ü geri alması üzerine yapılan III. Haçlı seferi başarısız olunca, Papa III. Innocentius, 1202’de bütün Avrupa’yı Haçlı seferi için topladı. Çapulcu ve yağmacılardan oluşan Haçlı ordusu, Kudüs yerine İstanbul’u kuşattı. 1204’te Haçlılar tarafından işgal edilen İstanbul büyük bir yağma ve tahribata maruz kaldı. Haçlı yağma ve tahribatından Ayasofya da nasibini aldı. 1261’e kadar sürecek Haçlı işgali şehrin bütün ihtişamını tarumar etti.
Bizanslı tarihçi Niketas, zamanında Müslümanların da Kudüs’ü Bizans’tan aldığını ancak burada yaşayan halka çok iyi muamele ederek, Hazreti İsa’nın mezarına rahatsızlık vermediklerini, aksine dindaşları olan Haçlıların yaptıklarının bağışlanabilir bir yanı olmadığını dile getiriyor ve işgali şöyle ifade ediyordu: “Hıristiyan topraklarında kan dökmeden geçip gideceklerine, sadece Müslümanların üzerine yürüyeceklerine yemin edenler, İstanbul’da katliamın en dehşetlisini yaptılar. Haçı omuzlarında taşıdıkları sürece evlenmeyeceklerine yemin edenler kendilerini Tanrı’ya adayan rahibelerimize tecavüz ettiler. Kudüs’teki Kutsal Mezar’ın intikamını almak bahanesi ile harekete geçenler altın ve gümüş uğruna haçın üzerinde tepinmekten çekinmediler.
Bizans’ın en büyük mabedi olan Ayasofya’yı yağmalamak için kiliseye atlarıyla giren Haçlılar, beraberlerinde getirdikleri katırlarına kilisenin değerli eşyalarını yüklediler. Hayvanların yük altında kalarak ezilmesi ve yere yığılması üzerine de kılıçlarıyla hayvanları öldürüp kiliseyi kirletmekte hiçbir sakınca görmediler.” Fakat Tarihçi Niketas’ın en içerlediği sahne kendi ifadesi ile bir fahişenin patriğin vaaz verdiği kürsüye oturtularak açık saçık dans edip şarkılar söylemesi olmuştu. Bu aşağılama şekli Batılılara has bir üsluptur.
İşte bir toplumu en iyi anlatan şeyler, bıraktıkları eserler ve sahip oldukları fikirlerdir. Sömürgeci kâfirler o günden bugüne aslında hiç değişmedi. Girdikleri her ülkeyi yerle bir edip, tecavüz ve yağmalarıyla tanınan Batılılar, bugün İslâm’ın kadim şehirlerini talan ediyor. Müslümanların kanını akıtıp, tecavüz ediyor. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmek için kendilerine boyun eğen yerli işbirlikçileri ile egemenliklerini sürdürüyorlar. Bugün Halep, Bağdat, Hama, Telafer, Musul ve Kâbil’e kimin girdiğini anlamak için şehirlerin enkazına bakmanız yeterli.
Bizanslı Tarihçi Niketas işgalin devamını şöyle anlatıyor: “Haçlıların asilleri, saraylarda ve kiliselerde bulunan en değerli eşyaları kendilerine ayırırken, askerlere hamam tasları, bakır çanaklar gibi basit eşyaları bıraktılar. Soylulardan gizli olarak sokaklara dağılan askerler bulabildikleri her şeyi yağmalamaya başladılar fakat bu yağmadan en çok nasibini alan kilise ve manastırlardaki Hazreti İsa’nın havarilerinin, Hazreti Meryem’in veya başka büyük peygamberlere ait olduğuna inanılan kutsal eşyaları oldu. Yağmalanan bu eşyaların büyük bir kısmı İtalya ve Fransa gibi ülkelerde dindarlara fahiş fiyatlarla satıldı ve zaman içinde ortadan kaybolurken, bir kısmı da Vatikan’da veya diğer büyük dinî merkezlerde koruma altına alındı.”
Ayasofya, ikinci darbeyi Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedip, devasa mabedi ihya ederek minarelerle süslemesinden yüzyıllar sonra yedi. O nazlı, asil mabed, beş vakit tekbirlerle şereflenirken, Lozan’da gasp edilen Ümmetin zaferi üzerine çöreklenenler, Ayasofya Cami’nin kapılarını 1935 yılında Müslümanların ibadetine kapatmıştır. İngiliz orduları, İstanbul’da işgali devam ettirseydi, farklı bir şey yapar mıydı? Fethin sembolünün kapılarına kilit vurulması, topraklarımızın halen işgal altında olduğunun resmi değil de nedir? Yok, eğer işgalciler topraklarımızı terk ettiyse, bu zulmü reva görenler kimdir?
Hilâfet kaldırılmış, yalnız Ümmet değil, mabetlerimiz de kalkansız ve korumasız kalmıştır. 1935’te müzeye çevrilen Ayasofya, günümüze kadar bu statüsünü korumuş, prangalarını kırmaya cesaret edecek bir devlet adamı çıkmamıştır.
Ayasofya’nın yediği üçüncü darbeyi merak ediyorsunuzdur. Yakın bir tarihte, hem de Ayasofya’yı kilit altında tutarken Mescid-i Aksa’yı “özgürleştireceğini” iddia edenlerin iktidarında gerçekleşti bu saldırı ve sessizce geçiştirildi.
Ünlü yerli Yahudilerden bir iş kadını, gece vakti bir grup arkadaşıyla Ayasofya’ya giriyor ve muhtemelen yanlarında getirdikleri kadın dansçıyı, caminin ortasında dans ettirip fotoğraflarken iktidardan ses çıkmıyor. Yüzyıllar sonra yine Haçlıların üslubunu kullanan Yahudiler, Ayasofya’yı, nihayetinde Müslümanları aşağılamaya teşebbüs ediyor. Bu cesur hamlesini sosyal medyadan paylaşarak, kamuoyunu da bilgilendirebiliyor.
Nerede kaldı “one minute”, nerede kaldı *“one minute”*un her sene yıldönümünü kutlayanlar?
Ölçü menfaat olunca, hırs, heva ve hefes, sahip olunan ilkeleri ve omurgayı tuzla buz ediyor. Ayasofya’nın nezdinde İslâm hakarete uğrarken, -sözde- İslâm’ı savunanlar sessizliğe bürünüp köşelerine çekiliyor.
Bu sessizlik, iktidar uğruna susanların ilk sabıkası da değil üstelik. Ortaköy Cami’nin açılışı sırasında avluyu dolduran halk, Ayasofya’nın açılması için tezahüratta bulunduğunda, dönemin Başbakanı Erdoğan, slogan atan gruba seslenerek, “Bize düşen bir görev var. Camilerimizi cemaatsiz bırakmayacağız. Ortaköy Camisi küçük, bizim kitabımızda cami değil de mescid geçer. Bu mescitlerin cemaatsiz kalmaması lazım. Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih… Şimdi, kardeşlerim, yan tarafından Sultanahmet’i bir dolduralım bakalım. Ama teravih namazlarında değil, bayram namazlarında değil, sabah namazlarında dolduralım. Ondan sonra gerisi gelir önce onu bir halledelim.” çıkışıyla halkı kurnazca susturmuştu. Oysa Ayasofya, alternatif bir cami değil, fethin ve İstanbul’a kimin hâkim olduğunu gösteren bir semboldü.
Aslında acı hakikat ortada arz-ı endam ediyor. “İstanbul bizim, Ayasofya kimin?” sorusu cevabını buluyor. “Sömürgeci Batılılar, Anadolu ve Başkent İstanbul’u işgal etmeye devam etseydi ne yapardı?” sorusunun cevabı, düştüğümüz acıklı durumun vahametini özetliyor. Evet! Batılılar işgali devam ettirseydi, İslâm nizamını kaldırır ve demokratik küfür nizamı ile yönetirdi değil mi? Ayasofya’nın kapısına kilit vurup ibadete kapatırdı değil mi? Ümmet-i Muhammed’in kalkanı Hilâfet’i kaldırıp İslâm Devleti’ni parça parça bölüp sömürürdü değil mi?
İşte ahval, işte hakikat!
Unuttuğunuz bir şey var: Biz vazgeçmedik!
Görmediğiniz bir şey var: Biz buradayız!
Bilmediğiniz bir şey var: İstanbul gibi Roma’nın fethi de müjdelendi!
Korktuğunuz bir şey var: “O demişse doğrudur” diyen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Ümmeti ölmedi!
Şaşırdığınız bir şey var: iman hâlâ dipdiri!