Yeni Ümit ve Hira dergilerinin organize ettiği “ Ortak yol haritası: kollektif şuur ve icma” temalı sempozyum 27-28 Nisan tarihleri arasında 80’e yakın ülkeden 600 küsür alimin katılımı ile İstanbulda gerçekleşti. İlk gün ‘icma’ kavramının hukukî veya fıkhî bir terim olarak Müslümanların bugün davranışına olan etkisinden bahsedildi. İkinci gün ise icma’nın fonksiyonelliği ve icma’nın İslam kardeşliği ve vahdaniyetine olan etkisi üzerinde duruldu. Sempozyuma katılan hatta sempozyumdan önce sempozyumun temasıyla alakalı katılımcıların verdiği demeçler maksadın ne olduğu konusunda bizlere ziyadesiyle bilgi sunmaktadır. Katılımcıların gerek sempozyum öncesi gerekse sempozyum konuşmaları esnasında verdikleri mesajlardan bazılarını paylaşmak istiyorum.
Din İşleri Yüksek Kurulu eski Başkanı Prof. Dr. Hamza Aktan şu ifadelere yer verdi; “İslâm kardeşliği, birlik ve beraberliğin temin edilebilmesi, akıl ve vicdan planında özümsenmesi icma ile gerçekleşebilir.”
Kahire Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Seyfettin Abdulfettah şöyle bir değerlendirmede bulundu; “İcma, sadece Müslümanların değil, aynı zamanda tüm insanlığın dertlerine çare üretecek çok işlevsel mekanizma haline gelmeli...”
Fas Krallığı Âlimler Akademisi Genel Direktörü Prof. Dr. Ahmed Abbadi*: “Biz Kur’an’a besmele ve hamd ile başlıyoruz. Dünyaya geldiğimizde bize yön gösterecek kıble gösterecek işaretler vardır. Ayetlerle kıbleyi bulabiliriz. Fakat bunları kalbimize nasıl koyacağız? İşte bizim problemimiz bu. İhtiyaç duyduğumuz icma kıblemizi belirlemedir. İnsanın kıblesini belirlemek üzere icma olması lazım. Tarihte ilk defa ümmet tabiri bu ümmete verilmiş. Diğer ümmetlere coğrafya, bölgesel, ırk gibi isimler verilmişti. Bu birleşme aynı zamanda yön meselesidir. Ümmetin aynı zamanda bu kıbleye hareket etmesi gerektiğini gösteriyor. Yönlerini bulan öncü kuşlar gibi bu ümmetin yönlerini bulan rehberleri vardır. Bu ümmetin bütün yelkenleri dolduracak ve Allah’a doğru götürecek bir rüzgâra icma rüzgarına ihtiyacı var.”*
Ve iki gün boyunca süren sempozyumda 5 maddelik bir açıklama ve hüsnü temennilerle sempozyum nihayete erdi. 5 maddelik açıklamada ise, icmaın İslam ümmeti için hayati bir öneme sahip olduğu vurgulandı. İstanbul’da ‘Müslümanların karşılaştığı problemlerle ilgili araştırmaları destekleme, güçlü ve kuşatıcı öneriler sunma kabiliyetinde bir koordinatörlük kurulması teklif edildi.
Tabi ki buraya katılımcılar tarafından beyan edilen her mesajı paylaşmak makalenin hacmini büyütecektir. Mesajın ve ana temanın anlaşıldığına inanarak bukadarı ile iktifa ediyorum. Ve verilen mesajlar incelendiğinde arızî bir kaç meselenin olduğu görülmektedir. Lakin ben bu arızî noktaları iki başlıkta incelemeye çalışacağım. Şöyle ki;
1- Şerî Delil Olarak İtabar Gören İcma Ancak Sahabe’nin İcmaı’dır.
Bilindiği üzere islâm Hukuku’nda edilley-i şeriyye 4’tür. Ki bunlar şerî deliller olarakta adlandırılırlar. Bunlar Kur’an, Sünnet, Sahabe’nin icmaı ve Şerî Kıyas’tır. Konumuz olan icma ile devam edecek olursak.
Lügatte icmâ, bir şeye azmetmek, o şey üzerinde kesin kararlılık ve ittifak manalarında kullanlımıştır. Usûlcülerin ıstılâhındaki icmâya gelince; bu, onun şer'î bir hüküm olduğuna dair vakıalardan bir vakıanın hükmü üzerindeki ittifaktır.
Fakat kimlerin icmâsının şer'î birdelil olduğu noktasında ihtilaf edildi. Kimileri ehl-i Beyt’in icamı’nı delil olarak sayarken, kimileri İslâm Ümmeti’nin icmaı’nıda şerî bir delil olarak varsaymışlardır. Lakin aşağıda deillerini serdedeceğimiz noktalara binâen muteber icma ancak Sahabe’nin icmaı’dır. Bu ifade ettiğim delillerin/noktaların kısaca izahı şöyledir. Hiç kuşku yok ki en iyisini Azim olan Allah bilir.
Birincisi; Kuşkusuz onlar üzerine Kurân ve hadiste övgü vârit oldu. Kurân’da Allah Azze ve Celle şöyle buyurdu; Ve Teâlâ şöyle buyurdu: “Öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara ihsan ile tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (tevbe-100)
Hadise gelince; Ebu Saîd El-Hudrî’den Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in şöyle
buyurdu dediği rivayet edildi: “İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, insanlardan bir cemâat gaza eder. Onlara: “İçinizde Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’le sohbet eden kimse var mıdır?” diye sorulur da: “Evet!” diye cevâb verirler. Nihayet onlara feth verilir. Sonra insanlar üzerine bir zaman daha gelir ki, insanlardan bir cemâat gaza eder. Onlara da: “İçinizde Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in ashabıyla sohbet eden kişi var mıdır?” diye sorulur. Onlara da: “Evet” diye cevâb verilir, ve onlara feth verilir. Sonra insanlar üzerine bir zaman daha gelir ki, insanlardan bir cemâat gaza eder. Onlara da: “İçinizde Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in ashâbıyla sohbet edenlerle sohbet eden kimse var mıdır?” diye sorulur. Bu defa da: “Evet” denilir. Ve onlara feth verilir.” (buhari -3376)
Allah’u Teâlâ ve Rasûl Sallallahu Aleyhi Ve Sellem tarafından bu övgü, onların sözlerine itibar etmeye ve doğruluklarının katî bir husus olduğuna delâlet eder. Her ne kadar tek başına mücerret övgü, icmâlarının şer'î bir delil olduğuna bir delil olmasa da ama doğruluklarının katî bir husus olduğuna bir delildir. Böylece onların sözlerine itibar etmek katî bir husus olur. Onlar bir husus üzerinde icmâ ettiklerinde, onların icmâları doğruluğu katî bir icmâdır.
İkincisi: Kurân’ı toplayanlar, onu muhafaza edenler, bize onu nakledenler kuşkusuz sahâbedir. Onların naklettikleri bu Kurân, Allah’ın koruduğunun aynısıdır. Ayet, Kurân’ın naklinde onların icmâlarının doğruluğuna delâlet eder. Çünkü Allah, onun muhafazasını vaadetti. İndirildiği gibi onu toplayanlar, onu muhafaza edenler ve onu nakledenler işte onların ta kendileridir. Bu da, onların icmâlarının doğruluğuna bir delil olur. Çünkü ayetteki
Kurân’ın muhafazasından kasıt, zâyi olmaktan onu korumaktır. Rasûl Sallallahu Aleyhi
Ve Sellem’in vefatından sonra zâyi olmaktan Kurân’ı koruyanlar sahâbedir. Onlar onu
muhafaza ettiler, topladılar ve katî yolla bize onu naklettiler. Allah’ın Kurân’ın muhafazasına dair vaadini yerine getirenler onlar olurlar. Onun muhafazası, toplanması
ve nakledilmesi ancak onların icmâlarıyla oldu. Dolayısıyla ayet, onların icmâlarının doğruluğuna bir delil olur.
Üçüncüsü: Sahâbenin, aklen bir hata üzerinde icmâ etmeleri muhal değildir. Çünkü onlar masûm değildir. Hata, fertler ve toplu olarak onlar hakkında câizdir. Onların hata üzerinde icmâları, aklen muhal değildir. Ama onların hata üzerinde icmâ etmeleri şeran onlar hakkında muhaldir. Çünkü onların icmâları hakkında hata câiz olmuş olsaydı, elbette din hakkında da hata câiz olurdu.
Çünkü onlar, bu din Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in getirdiği dinin ta kendisi olduğu üzerinde icmâ etmeleriyle bu dini bize nakleden kimseler onlardır. Bizde dinimizi onlardan aldık. Onların icmâları hakkında hata câiz olmuş olsaydı, kesinlikle Kurân hakkında da hata câiz olurdu.
Yine onlar, bu Kurân Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e indirilenin aynısıdır olduğu üzerinde icmâ etmeleriyle bu Kurân’ı bize nakleden kimseler onlardır. Bizde Kurân’ı onlardan aldık. Din hakkında hatanın muhal olması sebebiyle, zira onun sıhhat üzerine katî delil kâim oldu ve Kurân hakkında da hatanın muhal olması sebebiyle, ki ona ne önünden ne de arkasından batıl gelmeyeceğine dair katî delil kâim oldu.
Dördüncüsü: İcma-us sahâbe, aynı şer'î nassa râcidir. Onlar, Rasûl’ün sözünden veya fiilinden veya takririnden kendisine dayandıkları şer'î bir delilleri olmadıkça bir hüküm üzerinde icmâ etmiyorlardı. Bu nedenle onların icmâları, bir delili keşfetmiş olur. Bu ise, sahâbe dışındakiler için hâsıl olmaz. Çünkü Rasûl Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e sahâbelik edenler ve kendilerinden dinimizi aldığımız kimseler onlardır. O halde onların icmâları hüccet olur. Onun dışındakiler hüccet değildir. Zira sahâbe, rivayet etmedikleri o şey hakkında kendilerinin şer’î bir delili olmadıkça bir şey üzerinde icmâ etmezdi. Sahâbenin icmâsı, kendilerinin bir görüşü olması vasfıyla değil, bir delili keşfeder olması vasfıyla şer'î bir delil olur. Sahâbenin görüşlerinin bir husus üzerinde ittifak etmesi, şer'î bir delil olarak itibar edilmez. Kendi görüşlerinden bir görüş üzerindeki icmâları da, şer'î bir delil olarak itibar edilmez. Bilakis onların bu hüküm, şer'î bir hükümdür veya şu vakıa hakkındaki şer’î hüküm şöyledir veya şeran filan vakıanın hükmü şudur diye icmâ etmeleri, işte bu icmâ şer'î delildir. Muteber icma-us sahâbe, onun şer’î bir hüküm olduğuna dair hükümlerden bir hüküm üzerine ancak icmâ etmektir. O, burada bu hüküm için şer'î bir delilin olduğunu, onlar delili rivayet etmeyip hükmü rivayet ettiklerini keşfeder.
İcma konusunda son olarakta Ümmet’in icmaına delil getirilen “ Ümmet’im dalalet üzerine icma etmez” hadisine kısa bir değerlendirme yapalım. Şöyle ki; Bunlarda icmânın şer'î bir delil oluşuna hiçbir hüccet yoktur. Çünkü ümmetin dalâlet üzerinde icmâ etmemesinin manası, İslâm’ın terki üzerinde icmâ etmemesidir. Yani o, İslâm’dan irtidat üzerinde icmâ etmez. Çünkü dalâl ve dalâlet, dini terk etmektir. Yani Allah, bu ümmeti İslâm dininin terki ve ondan irtidat etmesi üzerinde icmâ etmekten muhafaza etti. Allah’ın onu, dinden irtidattan muhafaza etmiş olması, icmâsının şer'î bir delil oluşuna bir delil değildir. Buna ilaveten bu hadisler Cemâatin lüzûmuna ve ondan ayrılmamaya teşvike dair nass getiren
hadislerdir. İşte bunlarda, istidlâle hiçbir mahal yoktur. Çünkü cemâat olarak ümmetin bekâsını muhafaza etmek, ondan ayrılmamak ve ondan dışarı çıkmamak, onun icmâsı şer'î bir delil demek değildir. Bunun, bu mevzûyla hiçbir alâkası yoktur. Her biri diğerinden tamamen ayrı mevzulardır.
2- İslâm Kardeşliği ve Vahdâniyet’in yolu İslâmî Bir Devlet’in ikamesinden Geçer.
Yukarıda da ifade ettiğim üzere icma’ın vakıası bellidir. İcma konusunun İslâm Kardeşliğini tesis etme ya da vahdaniyeti oluşturmak gibi bir işlevselliği yoktur. Yani düşünebiliyormusunuz, Müslümanların amellerine yönelik bu lecne/komisyon bir icma gerçekleştirecek ve bu Müslümanların bütün müşkillerini çözecek. Kusura bakmayın ama yok böyle bir anlayış. En son söyleyeceğimi şimdi söyleyecek olursam, bugün Müslümanların sıkıntılarını, dağınıklığını, perişanlığını giderecek ancak İslâm Hilâfet Devleti’dir. Bunun en büyük ıspatı tarihi hakikattır.
Müslümanların devleti İslâm Hilâfet Devleti 1924 yılında yıkıldıktan sonra İslâm Ümmeti 50 küsur devletçiklere bölünmüştür. Onları bir tek sancak altında toplayan, vahdâniyet meşâlesi Hilâfet devleti idi hiç şüphesiz... Yokluğunu fırsat bilip Müslümanlar içerisine fitne tohumları serpen çağdaş tağutlar Müslümanları parça parça etmişlerdir. Artık yoktur Oruç ibadetinde vahdet, Hac ibadetinde vahdet, Bayramlarda vahdet, Kafirler ordusuna karşı vahdet.....
Maalesef İslâm gibi bir nimetin sayesinde kardeş olan, bir vücudun azaları gibi bir bütün olan daha doğrusu İslâm Akîdesiyle Tek bir Ümmet olan bizler Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın ve Rasulü’nün şu kavlini hatırlamalıyız. Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor:
“Ve topluca Allâh'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allâh'ın size olan ni'metini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allâh) kalplerinizi uzlaştırdı. O'un ni'metiyle kardeşler haline geldiniz.” (al-i imran 103)
Rasûl Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Medine antlaşması yapıldığında şöyle buyurmuştur:
“ Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm; Bu, Müminler, Müslümanlar… arasında, Muhammed-in Nebî SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den bir mektuptur… Muhakkak ki onlar, diğer insanlar dışında tek bir Ümmettirler....”
Ve İslâm Ümmeti bu vahdâniyet görüntüsünü Hilâfet Devleti’nin varlığı süresince korumuştu. Gel görki Hilâfet’in ilğasından bu yana İslâm Ümmeti parçacıklara bölünmüştür. Meselelerde tefrikanın derinliklerine ulaşmıştır.
Son olarak “İmam’ın hükmü/kararı ihtilafları ortadan kaldırır.” Kâide-i Şerîyye’den hareketle şunları söylemek mümkün;
Şundan emin olalım ki değerli kardeşlerim, ihtilaflarmızı ortadan kaldıracak, bizleri tekbir Râye altında toplayacak bir Halîfe nasp edilmediği müddetçe amelde birlik ve Vahdaniyet şuûru gerçekleşmeyecektir.
Müslümanlara tekrar Ümmet şûrunu yaşatacak olan yegâne unsur Hilâfet’tir. Yoksa Kollektif Şuûr ve İcma değil....