Osmanlı Hilâfet Devleti’nin duraksama, gerileme ve yıkılış sürecine etki eden faktörler elbette çoktur. Ancak bu faktörlerin bağlantı noktası; fikrî zayıflıktır. “Fikrî zayıflık”tan kastımız; hayata dair fikirlerin akide ile bağının kopmuş olması ve bu rabıtanın yabancı ideolojilerden sağlanmış olmasıdır.
İbnu Haldun’un işaret ettiği gibi; devletler, insana benzer. Bir birey, dengeli bir yaşam sürmek istediğinde akidesi ile hayat hakkındaki fikirlerinin birbiriyle uyumlu olması kaçınılmazdır. Yani hayatta karşılaştığı her sorunu inancına uygun bir şekilde, inancıyla bağlantılı hükümlerle çözmesi gerekir. İnancına aykırı bir hayat, doğal olarak dengelerin sarsılmasına, huzursuzluğa ve çöküntüye götürecektir. Devletler de böyledir. Kendine ait bir ideolojisi yok ise yabancı fikir ve hükümlerden etkilenmesi, onların kontrolü altına girmesi fazla gecikmez.
Yaşanan fikrî zafiyet neticesinde Osmanlı Hilâfet Devleti yıkılmıştır. Bu sürecin son kertesinde, milliyetçilik fikri yer almaktadır. Yani Osmanlı’ya son darbeyi, milliyetçilik vurmuştur.
Bu kültürel işgalin mimarı, Fransa’dır. Birinci ve İkinci Meşrutiyet ilanından sonra Batılı fikirler, Osmanlı aydınlarında -daha doğrusu okumuş kesimlerinde- yer edinmeye başlamıştır. Fransa’da yaşanan büyük ideolojik değişim ve sonrasında gerçekleşen iktisadi kalkınma, “Fransa’nın yolunu takip etmek gerektiği” fikrinin hayat bulmasını sağlamıştır. Fransa’dan çıkan her fikir, takip edilir olmuştur. Zira kalkınmanın kıblesi; Batı ve özellikle Fransız ihtilalidir artık.
Laik bir hayata geçen Fransa, oluşan maneviyat boşluğunu doldurmak için milliyetçiliği kullanmıştır. Nitekim Fransız Devriminin etkili aktörlerinden Bertrand Barère, “Katolikliğin yerine milliyetçiliğin bir din haline gelmesi gerektiğini” söylemektedir.
Osmanlı aydınları arasında buna inanan elbette vardı ama bu kesimler, toplumun böylesi bir değişimi kabul etmeyeceğinin de farkındaydılar. Halife Abdulhamid’in darbeyle tahtan indirilmesi sonrasında yönetime el koyan İttihat ve Terakki Cemiyeti, ırkçı uygulamaları başlatmış ancak I. Dünya Savaşının patlak vermesiyle “İttihat ve Terakki ırkçılığı” vatancılığa dönüşmüştür. Savaş boyunca söylem; “kutsal vatan toprakları” üzerine kurgulandı.
Hilâfet’in kaldırılması ve adı konulmamış olsa da laikliğin kabulüyle birlikte Fransa’daki durum ile karşılaşıldı. Nasıl Barère, Katolikliğin yerine Fransız milliyetçiliğini getirmek gerektiğine inanıyorsa Cumhuriyetin kurucu kadrosu da İslam’ın yerine Türk milliyetçiliğinin gelmesi gerektiğine inanıyordu.
Üç dönem Samsun Milletvekilliği de yapan Ruşeni Barkın, 1926 yılında; “Din Yok Milliyet Var: Benim Dinim Benim Türklüğümdür” adıyla bir kitap çıkartır. Mustafa Kemal’e kitabı arz eder. Kitabı okuyan Mustafa Kemal, şu paragrafın altına kendi el yazısıyla “Aferin” yazar:
“Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır.”
Sonra Türklüğün kutsanması için bilimle desteklenmesi gerektiği akıllarına gelir ve -sözde- bilimsel bir metin olan “Türk Tarih Tezi” kaleme alınır. Bugün, tarikatlara “hurafe yuvası” diyenlerin kutsal metinlerinden olan “Türk Tarih Tezi”, son asrın en büyük hurafesidir.
Türk Tarih Tezi’ne göre; tüm büyük medeniyetlerin kaynağı, Türklerdir. Güneş dil teorisine göre; tüm dillerin kurucu atası, tabii ki Türkçedir. Zira Türkler, Nuh Aleyhi’s Selam’ın oğlu Yafes’in soyundan gelmektedir. Yafes’in nesli, Türk milletidir. Bütün ziyaların menbaı, bütün harikaların maderi, bütün milletlerin güneşi ancak ve ancak Türk’tür.1 Avrupa’dan 5.000 yıl önce Yontma Taş Devrinden çıkan Türkler, göçler neticesinde Avrupa’ya ulaşmış ve Avrupa’yı mağara hayatından kurtarmış, fikrî gelişme yoluna sokmuşlardır. Avrupa’ya medeniyeti taşıyan Türkler olduğu gibi Avrupa medeniyetine kaynaklık eden Yunan ve Roma medeniyetleri de aslında Türklerin eseridir. Türkler; Truva, Girit, Lidya ve İyona medeniyetlerini de kurmakla kalmaz, Roma’yı da kurarlar.
Artık kutsama tamamlanmıştır. Sıra, kutsanan Türklüğün din haline gelmesi için halkı bilinçlendirmeye gelmiştir. Okullarda Tarih derslerinde, Türk Tarih Tezi okutulur. Cumhuriyet değerlerini halkla buluşturma merkezi, aynı zamanda Cumhuriyet mabetleri olarak görülen halkevlerinde hummalı bir çalışma başlatılır. Gazeleler, kitaplar, radyo, tiyatrolar, temsiller, balolar, etkinlikler, vb. akla her ne geliyorsa işte orada Türklük kutsanıp dinselleştirilmeye çalışılır.
İşin en ilginç yanı ise tüm bu devrimlere ve uygulamalara imza atanların birçoğunun Türk değil Yahudi Sebatayist dönmesi olmasıdır. Aynı kesim, bugün bile varlığını devam ettirmekte; gerçek kimliklerini laiklik, ulusalcılık, Türk milliyetçiliği ile gizlemeye çalışmaktadır.
Şimdi gelelim bugüne…
Yüz yıl boyunca Türklüğün, Türklüğü temsil eden bayrağın kutsandığı bir toplum var kaşımızda. Bu toplumun bir kısmı, -tam da arzu edildiği gibi- İslam’ın yerine Türk milliyetçiliğini din edinmiş vaziyette. Bir kısmı, İslam ve Türk milliyetçiliğini birleştirerek ikisinden de vazgeçemez bir halde. Bir kısmı ise yüz yıllık propagandadan etkilenmeksizin ümmet anlayışını muhafaza etmekte.
Suriye devrimiyle başlayan göç dalgasının ardından Suriyelilere bakış, yukarıda kategorize ettiğimiz şekliyle değişiklik arz etmektedir. “Din yok, Türklük var” propagandasına esir edilenler, Suriyelilere Suriyeli olduğu için düşmanlar ve gönderilmelerini istiyorlar. “Din de bizim, milliyetçilik de” diyenler, gelişen olaylara göre şekil almakta; bazen Suriyelileri kovarken bazen de sahip çıkmaktalar. Ümmet anlayışının hâkim olduğu kesim ise Suriyelilere, muhacir gözüyle bakmaktadır.
Her ne zaman Suriyeliler ile alakalı bir gelişme yaşansa ilk ve en sert tepkiyi veren “din yok, Türklük var” fikriyatına sahip kesimdir. Kayseri’de başlayan, ardından birçok yere sıçrayan olayların başlıca müsebbibi de aynı kesimdir.
Bu ırkçılar, -yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız üzere- kendine, halkına ve kültürüne yabancılaşmış, kayıp nesildir. Esasında bu ırkçı faşistler, laik sistemin kurbanıdır. Fransa’nın pazarladığı, İngilizlerin kullandığı, Mason ve Yahudi Sabetayist kesimin tatbik edip bayraklaştırdığı milliyetçiliğin köleleridir.
Türk Ocağı kurucularından Hamdullah Suphi Tanrıöver, şu sözlerle bu gerçeği itiraf etmiştir:
“Ocaklı bilir ki bu müessese Şarkta Garbın temsilidir. Türk Ocağı Garpçıdır. Kendimizi Garplı hissettikçe Türk kalacağız. Türklüğümüzü Avrupalı olmaya yüz tuttuğumuz zaman bildik."
Ne gariptir ki bu milliyetçilik ya Araplara karşı ya da Türklere karşı kullanılmıştır. İngilizlere, Fransızlara, İtalyanlara, Almanlara karşı ise hep bir sevgi, hep bir eziklik hissi hakimdir.
Su akar yolunu bulur. Bu olaylar da geçer gider, unutulur, unutulmazsa bile rafa kaldırılır. Ancak ırkçılık, ümmetin evlatlarını zehirlemeye devam edecektir. Bu öyle bir zehirleme ki toplumsal kalkınmayı değil toplumsal çöküşü beraberinde getirmektedir. Suriyelilere karşı sokağa çıkan bu ırkçı kesimlerin, -bir müddet sonra futbol ligleri başladığında-; sırf rakip takımı tutuyor diye, kendisi gibi mülteci avına çıkmış Türk kardeşine galiz küfürler ettiğini, dövdüğünü, bıçakladığını hatta öldürdüğünü görürsünüz.
Cumhuriyetin mirası olarak işte böyle dar bir kafa yapısıyla karşı karşıyayız. Bu ırkçı kafa yapısıyla elbette kalkınma gerçekleşmez! Şayet gerçek bir kalkınmayı hedefliyorsanız önce dar ve sathi düşünme şekillerinden, bu düşünme şekillerinin ortaya çıkarttığı dar fikirlerden kurtulmanız gerekir. Bunu başardığınızda dünyanın Türkler etrafında dönmediğini, Türklere değer katan unsurun İslam olduğunu göreceksiniz.
Türk’e Tapmak - Seküler Din ve İki Savaş Arasında Kemalizm; Onur Atalay ↩