İslâm’ın kendisine inzal olduğu insandan talebi, sadece kendisine inanmak gibi tek boyutlu bir talep değildir. Aksine İslâm’ın insanlardan talebi, kendisine iman eden insanların aynı şekilde imanlarının gereği olarak bunu yaşamalarıdır da. Bugün Müslüman olduğunu iddia eden bizlerin en büyük problemi, İslâm’ı inanç ve amel boyutunda yaşıyor olmamamızdır. İslâm’ın hayata/hayatımıza nüfuz edebilmesi ona inanıp aynı zamanda yaşamamızdan geçiyor. Kur’an’ın birçok ayeti ve Rasulullah’ın birçok hadisinde talep edilen şey de bizatihi budur. Rabbimiz şöyle buyuruyor**:**
قُلْ اِنَّـمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّـمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلاً صَالِحاً وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَداً
“De ki: ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, ilâhınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve rabbine ibadette hiçbir şeyi ona ortak koşmasın.” [Kehf 110]
Görüldüğü gibi Rabbimiz bizden sadece iman etmeyi değil, imanımıza herhangi bir şirk, küfür karıştırmamamızı; sadece amel işlemeyi değil, salih/Kur’an ve Sünnet’e uygun amel işlememizi bizlerden talep etmektedir.
İnanmak ve yaşamak temel ilkesinin en güzel örnekliğinin sahabenin ve onlara ihsanla tâbi olan selefimizin hayatında cisimleştiğini görüyoruz. Onlar iman ile amelin arasındaki organik bağın farkındaydılar ve bu minvalde hareket ediyorlardı. Onlar inandıkları gibi yaşıyorlardı; yaşadıkları gibi inançlarını şekillendirmeye çalışmıyorlardı bugünün Müslümanlarında görüldüğü gibi. İslâm’ın öğretilerini kültürlerini arttırmak için değil, rablerine yaklaşmak, insanlığa faydalı olmak, manevi dünyalarını güçlendirmek ve ahiretlerine bir şeyler göndermek için öğreniyorlardı. Fıkıhları bugünkü gibi pasif ve donuk değil, aktif ve çözümleyici idi. Onları ne ticaret ne de dünya malı Allah’ı anmaktan alıkoyuyordu.
رِجَالٌۙ لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَا۪يتَٓاءِ الزَّكٰوةِۙ يَخَافُونَ يَوْماً تَتَقَلَّبُ ف۪يهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُۙ
“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” [Nur 37]
Allah yolunda şehit olmaları en büyük arzuları idi. O kadar ki kimisi kendisini yatakta yakalayan ölüme kahrediyordu. Kimisi, kendisini şehit edemeyen düşmanlarının korkaklığına kahrediyordu. Onlar konuşup oturmayı değil, inanıp yaşamayı şiar edinmişlerdi kendilerine. Bugün ise bizim problemimizin merkezini onların aksi bir istikamette İslâm’a bakıyor oluşumuz teşkil ediyor. Bizler İslâm’ın insanlığın kurtuluşu olduğuna inandığımızın ve Müslümanlar olarak kurtuluşa eren kimseler olduğumuzun iddiasındaysak bu iddia ispat ister ki bunun da yolu salt inanmak değil, inanmak ve yaşamaktan geçer.
Düşünsenize, ulaşım aracının sadece at, deve vs. olduğu, iletişim aracının ise yalnızca dil, kâğıt ve kalem olduğu bir dönemde bu insanların İslâm’ı nerelere götürdüğünü… Düşünsenize bir, onlar bugünkü Müslümanlar gibi sloganik Müslümanlar olsalardı bunları başarabilirler miydi? Onlar hayatın her alanıyla ilgili İslâm temelli ilimler inşa ettiler, eserler bıraktılar ki biz bugün hâlâ onların bıraktığı bu eserlerden istifade ediyoruz. Eğer o günün Müslümanının cihad anlayışı bugünkü Müslümanlarda mevcut bulunan cihad anlayışı gibi olsaydı, bu kadar insan belki de İslâm ile şerefyap olmazdı. Eğer o günün Müslümanlarının ilim anlayışı bugünkü Müslümanlarda mevcut bulunan ilim anlayışı gibi olsaydı daha o günden İslâm ümmetinin hayatı donuklaşırdı. Eğer o günün Müslümanlarının fıkıh anlayışı bugünkü Müslümanlarda mevcut bulunan fıkıh anlayışı gibi olsaydı kim bilir belki daha o günden İslâm ümmeti tarih sahnesinden yok olup giderdi. Ama onlar bugün bizim baktığımız gibi bakmıyorlardı İslâm’a ve dünyaya. Onlar İslâm için var olduklarına inanıyor ve yine onun için ölmeleri gerektiğini düşünerek yaşıyorlardı bu dünyada. Ki bu anlayış dünyayı onların ayaklarının altına serdiği gibi ahiretlerini de aydınlattı biiznillah.
Velhasıl bizler de şayet Müslüman olduğumuz iddiasında isek kesinlikle iman ile amel arasındaki organik bağı göz ardı etmemeliyiz/edemeyiz; göz ardı etmek gibi bir lüksümüz de yoktur zaten. Zira iman slogandan öte bir şeydir. İslâm’ın boyası ile hayatı boyamak istiyorsak -ki en güzel boya budur- bu ilke ile yaşamalıyız. Rabbimizden bize ve ümmetimize bu ilke ile yaşamayı nasip etmesini niyaz ediyoruz. Rabbimiz Şöyle buyuruyor:
اِنَّ اللّٰهَ يُدْخِلُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا يَتَمَتَّعُونَ وَيَأْكُلُونَ كَمَا تَأْكُلُ الْاَنْعَامُ وَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ
“Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.” [Muhammed 12]
وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَٓا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحاً وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ
“Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Şüphesiz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” [Fussilet 33]