İnsanlar neden devlet kapısında ömür tüketir? Gider gelir de bir türlü işlerini halledemezler? Neden iktidarların biri gider, diğeri gelir ama halkın durumu değişmez? Sorunlar çözülsün umuduyla iktidara taşınan yöneticiler hep halkın umutlarını kursaklarında bırakır? Çünkü laik devletin harcını kapitalist sermayedarlar karmıştır. Tuğlalarını siyasiler döşemiştir. Bu yapı, sermaye sahiplerinin, finans çevrelerinin ve global şirketlerindir.
Bu yapı içinde yönetilenler ev halkı olarak görülmezler. Bu sebeple sermaye sahiplerinin “çat kapı” girdiği saraylara, yönetilenler bin bir zahmetle giremezler. Sarayların, hükümet konaklarının, devlet dairelerinin kapılarını aşındırırlar ama sorunlarına çare bulamazlar.
İslam siyaset tasavvurunda ise İslam ülkesi, “Dâru’l-İslam” kavramıyla ifade edilir. “dâr”, “ev” demektir. İnanan-inanmayan İslam diyarında yaşayan herkes, Dâru’l-İslam’ın/İslam Evi’nin halkıdır. Ve bu evin idarecisi halife ile bu evin halkı arasında kapı olmaz, olamaz. İslam’ın devleti, halkın devletidir.
Bu sebeple râşid halifeler (ideal halifelik) döneminde yöneticilerin kapısı olmamıştır. Zaman zaman gaflete düşüp yönetilenlerle arasına mesafeler koyanlar olduysa da bu yöneticiler hane halkı (yönetilenler) tarafından şiddetle hesaba çekilmişlerdir.
Rivayet edildiğine göre, Abbasî halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr hac ibadetini eda etmek için Mekke’ye gelmişti.
Konakladığı hanesinden gece çıkıyor, tanımayacak bir vaziyette, tebdili kıyafetle Kâbe'yi tavaf ediyor, namaz kılıyordu.
Bir gece tavaf sırasında birisinin Allah’a, şöyle şikâyette bulunduğunu işitti:
“Allah'ım, yeryüzünde zulmün ve fesadın ortaya çıkmasını, hak ve ehline engel olan zulüm ve tamahkarlığı sana şikâyet ediyorum."
Adamın bu sözleri, Mansur’un kulaklarında çınlıyordu. Hızlı adımlarla dışarı çıktı. Mescidin bir kenarına oturdu ve adamı çağırdı. Ona,
“Söylediklerini işittim, vallahi beni hasta eden şeyler söylüyorsun.”, deyince Adam, “Ey Müminlerin Emiri! Müsaade ederseniz açıklayabilirim.”, dedi.
Mansur, “Müsaade senin, buyur!” dedi.
Adam, “Allah’ın arzında zulüm ve fesadın yaygınlaşmasına neden olan sizsiniz!” dedi. Mansur bu cevaba hiddetlenerek “Yazıklar olsun sana! Her şey hükümranlığım altındayken daha neye tamah edecek mişim?!” dedi.
Bunun üzerine adam: “Ey Müminlerin Emiri! Allah size Müslümanların idaresini nasip etti. Fakat siz onların işlerini ihmal ettiniz. Onlardan alacağınızı aldınız ama onlarla aranıza taştan ve etten duvarlar ördünüz. Size sorumluluklarınızı hatırlatmayan, iyi işlerde size köstek olan yardımcılar edindiniz. Bu adamlar sadece hoşunuza gidecek şekilde konuşanları huzura aldılar. Mazlum, biçare, aç, açıkta olanların size ulaşmasına mâni oldular. Öyle bir işleyiş, öyle bir protokol oluşturdular ki, sonunda halkı sizden uzaklaştırdılar. İşte böylelerinin tamahkârlığı yüzünden Allah’ın arzı fesada boğuldu. Bu adamlar neredeyse yönetiminize ortak oldular. Ve siz Ey müminlerin emiri, bütün bunlardan gafil kaldınız.
Halbuki, İslam'ın ve halkının ahvali bir zamanlar böyle miydi? Dünyanın ta bi ucundan insanlar gelir, hiçbir engelle karşılaşmadan halifelere ulaşabilirdi. Kim olursa olsun ‘Ey Müslümanlar!’ diye haykırdığında insanlar hemen onunla ilgilenir, uğradığı haksızlığı hemen halifeye iletirler, halife de haksızlığı anında giderirdi.
Ey müminlerin emiri!
Bir defasında Çin’e seyahat etmiştim. Bir kralları vardı, işitme duyusunu kaybetmişti. Acı ve kedere boğulan kral ağlıyordu.
Onu teskin etmek isteyen vezirler, ‘neden ağlıyorsunuz?’ diye sorduklarında Kral, ‘Başıma gelen bu musibete değil, kapıma gelen mazlumun ahını duyamayacağım diye ağlıyorum!’ diye cevap vermişti.
Bunun üzerine memlekette tellallar dolaştırıp bundan böyle herhangi bir derdi olanlar kırmızı giyecek… diye duyurduklarını öğrendim.
Böylece kral, kıyafet renginden biçareleri tanır, dertlerine derman olurdu.
Ey müminlerin emiri! Siz Allah Azze ve Celle’ye inanan bir müminsiniz, sizin kalbiniz müminlere karşı daha yumuşak olmalı.
Ey müminlerin emiri! Dünya hakimiyetiniz bir gün sona erecek… Hâkimler hakimi hesap sormak için sizi divana çağıracak… O vakit sahip olduklarınız sizi kurtaracak mı?” dedi.
Bunun üzerine hıçkırığa boğulan Mansur “Keşke dünyaya gelmeyeydim! Bir hiç olaydım!” dedi. “Peki, çare nedir? Ne yapayım? diye sorunca salih insan:
“Ey müminlerin emiri! Hakkı söyleyecek alimleri kendinize yaklaştırın.” dedi. Mansur, “Benden uzaklaştılar! deyince, şunları söyledi:
“Ey müminlerin emiri! Kapılarınızı onlara açınız, insanların size ulaşmasını kolaylaştırınız, engelleri, protokolleri kaldırınız, mazlumun yardımına koşunuz, zalimi engelleyiniz, helal ve temiz olanlardan alınız ve yerli yerine, adilce dağıtınız.
Bunları yaptığınızda, sizden uzaklaşanlar tekrar size yaklaşırlar; idarenizin ve halkınızın yararı için ellerinden geleni yaparlar! Bunun üzerine Mansur şöyle dua etti:
“Allah’ım! Bu adamın söylediklerini gerçekleştirme konusunda beni muvaffak kıl!”
İşte bu ümmet, Allah’ın dini ile yüksek siyasi standartlara sahip iken herhangi bir ferdi bile yöneticileri hesaba çekiyor, buldukları yerde ahkam-ı şeriyyeye bağlı kalarak Allah'ın hakkını gözetmeleri; adalet ve insafla davranarak insanların haklarını korumaları konusunda onları uyarıyordu.
Hane halkı (yönettikleri) ile arasındaki tüm kapıları kaldıran ideal halifelik günlerine kavuşma dileğiyle selam ve dua ile kalın…