Yıl 2004.
O’nun ismini ilk duyduğumda yine cezaevindeydi.
İçerisinde bulunduğu toplumu, İslâmi fikirler ile değiştirmek ve kalkındırmak için İslâmi Parti Hizb-ut Tahrir ile beraber çalışıyordu. Bundan dolayı tutuklandı ve 11 ay cezaevinde yattı. O yıllarda “silahsız terör örgütü” diye ilgili kanunda garabet bir ifade vardı. Bülent de bu kanun kapsamında yargılandı. Nihayet üçüncü mahkemeden sonra tahliye oldu. Dosyası daha sonra zamanaşımından düştü.
Özgürlüğüne kavuştuktan sonra “nerde kalmıştık” diyerek çalışmalarına devam etti. Birçok kardeşimizin de şahitlik edeceği üzere o hep öncülerden oldu. İslâmi daveti taşıma noktasında gecesini gündüzüne kattı. Ailesi, akrabası, iş çevresi ve dokunduğu kim varsa onun hakkında hep hayır konuşur. 7,5 yıllık cezası onandıktan sonra da davet çalışmalarından geri durmadı. Yine en öndeydi. Zaten bu ceza da bu nedenle verilmemiş miydi?
Peki, Bülent’e neden 7,5 yıl ceza verilmişti?
“Terörle Mücadele Kanunu” 2006 yılına değişmemiş miydi?
Terörist sayılması için bir kişinin; “silah, cebir, şiddet, baskı ve korkutma” gibi eylemleri olması lazım değil miydi?
Evet, kanun maddesi böyle diyordu. Dolayısıyla da artık Hizb-ut Tahrir üyelerinin “terör örgütü üyeliği” suçlaması ile karşılaşmaması gerekiyordu.
Ancak öyle olmadı.
Dönemin noteri Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin, 2008 yılındaki ufak dokunuşlarıyla; “her ne kadar Hizb-ut Tahrir bugüne kadar silahlı eylemi olmasa da” diye başlayan ve “ilerde silaha başvurabilir” diyerek biten, ucube bir içtihat kararı ile Hizb-ut Tahrir, eline hiçbir silah almadan “silahlı terör örgütü” kapsamına sokuldu.
Bundan sonra Hizb-ut Tahrir’in bazen yayımladığı bir basın açıklaması, bazen yaptığı bir konferans, bazen düzenlemiş olduğu bir piknik, bazen de yasal kitapları kumpasçı emniyet-yargı ve siyaset işbirliği ile “silahlı terör örgütü” suçuna dönüştürülerek cezalar yağdırıldı.
İşte Bülent, yasal prosedürlere uygun olarak Konferans yapmak için Valiliğe müracaat ettiği için “silahlı terör örgütü” üyeliğinden 7,5 yıl ceza aldı ve tutuklanarak cezaevine götürüldü.
Hangi “terör örgütü” konferans yapar?
Ya da bunun için Valilikten izin ister?
Kumpasçı Paralel Devlet Yapılanması, Hakkı Başer Spor Kompleksi’nde yapılmak istenen bu konferansı önce iptal etti. Ardından 23 ilde eş zamanlı bir operasyon düzenledi. Toplam 200 kişi gözaltına alındı. Cihan Haber Ajansı, Emniyet’ten aldığı bilgilere göre İstanbul’da yapılacak konferansta “büyük bir kanlı eylem planlandığını” ve Emniyet’in bu planı bozduğunu duyurdu. Tüm güzide basınımız bu yalan haberin üzerine atladı. Yargılamanın sonunda İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Bülent’in de içerisinde olduğu 17 kişiye toplam 128 yıl ceza verdi. Cebir, şiddet, baskı, korkutma ve yıldırma gibi suç olan hiçbir “terör” eylemi olmamasına rağmen, olmayan bir eylemden bu cezalar verildi. Dosya ise Yargıtay’a taşındı.
FETÖ-AKP çatışmasıyla birlikte “siyasetin şeysi 9. Ceza Dairesi”nin görev ve sorumluluğu da değişti. Bugüne kadar 60’ın üzerinde Hizb-ut Tahrir’e cezalar veren kumpasçı savcı ve hâkim, ya ihraç oldu ya tutuklandı ya da firari durumda. Bunların başında da Zekeriya Öz geliyor.
Sonra ne mi oldu?
Bu defa Hizb-ut Tahrir dosyaları “Paralel Olmayan Devlet”in eline geçti.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi!
Neredeyse tamamı AK Parti’nin desteklediği “Yargıda Birlik Platformu” üyeleri tarafından özenle seçildi. Ancak Paralel olmayan devlet yapılanması Paralel olan devlet yapılanmasının her türlü yalan, dolan haksız ve hukuksuz bir şekilde vermiş olduğu ceza kararlarını olduğu gibi onadı. Yargıtay 16. Ceza Dairesi üyesi M. Kurtaran’ın Hizb-ut Tahrir’in “terör örgütü” olmadığına ilişkin yazdığı yaklaşık kırk sayfalık mütalaayı oy çokluğu ile reddederek Paralel Devlet Yapılanmasına uygun PARALEL bir karar verdi.
Böylece Yargıtay 16. Ceza Dairesi toplamda 105 kişi hakkında 660 yıllık cezayı onadı.
Velhasıl, ismi “Ceza Düzenlemesi” olsa da torbacı, hırsız ve çetelere affın konuşulduğu şu günlerde Hizb-ut Tahrir davası, 28 Şubat davaları ve en ufak bir eleştiriden dolayı örgüt üyeliğine sokularak haksız yere ceza verilen herkese yönelik mutlaka bir çözüm bulunması gerekiyor. Şuanda haksız yere cezaevlerinde yatan bu kardeşlerimizin vebali hepimizin üzerindedir.
Bülent Kurşun aynı yargılama sürecindeki uygulanan kumpaslar gibi yine bir kumpas ile evinden alındı. İki çocuğunun gözleri önünde elleri kelepçelendi ve tutuklandı.
Bülent Kurşun, Mustafa Patan, Yılmaz Çelik, Murat Savaş ve onlarca Hizb-ut Tahrir üyesi genç bir gün mutlaka özgürlüğüne kavuşacak. Onlar, başlarına gelen bu musibetin Allah Subhanehu Ve Teâlâ’nın bir imtihanı olduğunun farkındalar. Tabii zalimler için de bu bir imtihan. Öyle bir imtihan ki bugün kendilerine ceza veren hâkimlerle aynı cezaevlerinde kalıyorlar. Bu yiğit gençler, tutuklanırken nasıl ki başlarını önlerine eğmedilerse, çıktıklarında da öylece başları dik bir şekilde çıkacaklar.
Peki, Bülent’in, Mustafa’nın, Murat’ın, Yılmaz’ın çocuklarını babasız bırakan siz zalimler?
Aldığınız bu kararlar ile başınız dik bir şekilde toplum içerisinde yürüyebilir misiniz?
Aldığınız bu kararın hukukiliğini kamuoyuna açık bir yerde savunabilir misiniz?
Kıyamet gününde Allah Subhanehu ve Teâla’ya bunun hesabını verebilir misiniz?
يَوْمَ لَا يَنفَعُ الظَّالِمِينَ مَعْذِرَتُهُمْ وَلَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ
“Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün; lanet de onlarındır, yurdun en kötüsü de.” (Mü'min 52