Bugün, Hicrî 28 Recep 1446, Hilâfet’in kaldırılmasının hicrî 104. yıl dönümüdür.
1789 Fransız Devrimi'nin etkisiyle yayılan özgürlükçü düşünce ve milliyetçilik akımlarıyla fikrî planda yeteri kadar mücadele edilmemiş, entelektüel çevrelerin bu akımlardan etkilenmesine mâni olunamamıştır. Balkanlar’da bağımsızlık talebiyle ayaklanmalar çıkmış, Avrupa devletleri ile Çarlık Rusya’sının bu ayaklanmalara müdahil olmalarına zemin hazırlanmıştır. Sınırları içindeki gayrimüslimlerin durumunun düzeltilmesi gerekçesiyle Hilâfet Devleti’ni zimmet hukukunda taviz vermeye zorlamışlardır. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılıp Hilâfet’in kaldırılması hikâyesi başlamış oluyordu. Artık Avrupa devletleri ve Rusya baskı kuracak, Osmanlı Devleti ise baskıları hafifletmek için reformlara başvuracaktı. Reformlar İslâm’ın hükümlerini aşındırırken, devlet zayıflayacak; devlet zayıfladıkça dış güçlerin baskıları artacak, baskılar arttıkça reformlara devam edilecekti.
Nitekim 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1876 Birinci Meşrutiyet ile yürürlüğe konulan Kanun-ı Esasi ve kimseyi memnun etmeyen tavizler, hep bu kısır döngünün bir sonucu olarak gerçekleşiyordu. Verilen her tavizle devlet zayıflarken, dış güçler avantaj elde ediyordu.
Bu sürecin elbette siyasî sonuçları olacaktı. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin içişlerine bu denli müdahil olan dış güçlerin, içerideki azınlıklara ek olarak, beyni yıkanmış birtakım işbirlikçiler edinmesi zor olmadı. Nitekim Birinci Meşrutiyet’in ilanından 13 yıl sonra, 1889’da, gizli siyasî bir örgüt olan İttihat ve Terakki’nin kurulduğuna şahit oluyoruz. Bu gizli örgüt, azınlıklar ve dış güçlerin desteğiyle gün geçtikçe büyüyecek; İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla devlet içindeki nüfuzu artacak, alaylı ve mektepli diye subaylar arasına fitne sokacak, 31 Mart Vakası’nı tezgâhlayacak ve böylece II. Abdülhamid’i tahttan indirmeyi başaracaktı.
İttihatçılar, ardından Balkan Harbi sırasında, 23 Ocak 1913’te, Sadrazamlık binası Bâb-ı Âli’ye askerî darbe gerçekleştirecek ve Mahmud Şevket Paşa Hükûmeti’ni kurarak devlete tam anlamıyla egemen olacaktı. Hilâfet’i ilgaya giden sürecin bundan sonraki aşamaları, senaryosu önceden yazılmış bir tiyatro formatında sergilenecektir. İttihat ve Terakki yönetimiyle yaptığı anlaşmayı suistimal eden Almanya, Osmanlı’nın İttifak Devletleri’nin yanında Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olmasını sağladı. Savaş, İtilaf Devletleri’nin zaferiyle sona erince, İstanbul 1918’de İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından işgal edildi. İttihat ve Terakki kendini feshederken, üyeleri yargılanıp tutuklandılar ve Mondros ile Malta’ya sürgün edildiler.
Diğer taraftan, İtilaf Devletleri’nin İstanbul’a asker çıkarmaları, Osmanlı Mebusan Meclisi’nde sert tartışmalara neden olmuş ve Sultan Vahdettin tarafından 21 Aralık 1918’de Osmanlı Mebusan Meclisi feshedilmiştir.
Görüldüğü üzere, İtilaf Devletleri aslında Osmanlı’yı kendi aralarında bölmek yerine Hilâfet’i ilga sürecini yönetmeyi tercih etmişlerdir. Çünkü Hilâfet ilga edildiğinde, zaten tüm Osmanlı coğrafyası üzerinde istedikleri operasyonu yapacaklardı. Ancak Hilâfet’in ilga edilmesi için de ümmet bilinci yerine millî ve ulusal şuurun yerleşmesi gerekiyordu. Nitekim, 3 Kasım 1839’da Sultan Abdülmecid döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı’ndan beri Batı âlemi tarafından ilmek ilmek işlenen bir millîleştirme ve ulusallaştırma projesi yürütülüyordu.
Süreç içerisinde İttihatçılar görevlerini tamamlamış, artık Batılılaşma bayrağını Millî Mücadeleciler devralmıştı. Zira Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmiş ve Meclis-i Mebusan, İstanbul’un işgalinin ardından kapatılmıştı. Böylece Birinci Dönem Büyük Millet Meclisi, ya da kısaca Birinci Meclis, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplandı.
Hilâfet’in evrenselliğinin aksine, Birinci Meclis, Osmanlı bakiyesi üzerinde her şeyiyle millî ve ulusal yeni bir devlet kurma bilinciyle hareket ederek İstanbul Hükûmeti ile bağını kesmişti. Nihayet, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla Batı, kurulan bu yeni devlette ümmeti kucaklayacak siyasî bir iradenin izine rastlanmadığından emin olmuştu.
Yukarıda özetle söz ettiğimiz bu süreç zarfında, Mustafa Kemal’in Hilâfet ile ilgili değerlendirmelerinin şartlara göre nasıl değiştiği şöyle kategorize edilebilir:
a) Atatürk'ün T.B.M.M. açılıncaya kadar Halife ve Hilâfet ile ilgili açıklamaları
b) T.B.M.M. açıldıktan sonra Halife ve Hilâfet ile ilgili konuşmaları
c) Saltanatın kaldırılışında Halife ve Hilâfet ile ilgili tarihî değerlendirmeleri
d) Hilâfet’in kaldırılışı esnasında ve sonrasında Hilâfet ile ilgili açıklamaları
Mustafa Kemal, Saltanatın kaldırılması anına kadar yaptığı tüm açıklamalarda, devamlı Hilâfet makamını ve halifeyi övmüş, kurtarmak için çalıştıklarını beyan etmiştir. Ancak bundan sonraki süreçlerde Hilâfet’in aleyhine bir tutum takınmıştır. Nihayet, Miladî 3 Mart 1924 (Hicrî 28 Recep 1342) tarihinde Hilâfet ilga edilerek Osmanlı hanedanı Türkiye sınırlarının dışına sürülmüştür.
Gerçek şu ki, Hilâfet’in kaldırılması, tüm İslâm âlemini olumsuz etkileyen çok büyük bir olaydır. Öyle ki, Hilâfet’in ilgasıyla elliden fazla parçaya bölünen İslâm âlemi, Türkiye dâhil Batı’nın sömürgesi durumuna düşmüştür. Osmanlı’nın son yüzyılında başlayan Batı’ya öykünme, Hilâfet’in kaldırılıp Cumhuriyet’in ilanıyla doruk noktaya ulaşmıştır.
İthal edilen anayasa ve yasalarla ümmetin kendi içindeki uyumu ve huzuru bozulmuş, kendi kültürüne, tarihî dokusuna ve medeniyet kodlarına düşman bir neslin yetişmesine neden olmuştur. Cumhuriyet ile birlikte, fikrî, siyasî, kültürel ve iktisadî bağımsızlıktan feragat edilerek Batılılaşma ve Avrupa’ya entegre olma çabası en üst seviyeye çıkmıştır.
İlgası sırasında yapılan tehdit ve baskılar, tenezzül edilen ayak oyunları bir yana, Hilâfet yalnızca Türkiye ile ilgili bir müessese değildi ki Ankara’daki siyasî otorite onu ilga etme hakkına sahip olsun. Zira Hilâfet, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan onlarca vilayet ve her ırktan yüz milyonlarca insanın dünya ve ahiretini teminat altına almış olan bir kurum idi.
Bugün Bosna, Çeçenistan, Doğu Türkistan, Keşmir, Myanmar, Irak, Libya, Suriye ve özellikle Filistin’de yaşanan tüm sorunların temel nedeni, Hilâfet’in ilga edilmesidir. “İsrail” gibi gayrimeşru bir oluşum da Hilâfet’in ilgasının eseridir. 15 ay boyunca Gazze’ye bir şişe su, bir dilim ekmek götüremememizin nedeni, Hilâfet’in yerine kurduğumuz bu ulusal yapılardır.
Hilâfet’in yokluğunda, 57 Müslüman ülke liderinin bir halife etmediğini ve ümmeti bir araya getiremediğini, Aksa Tufanı sürecinde çok daha iyi idrak ettik.
III. Dünya Savaşı riskinin her gün biraz daha arttığı bu zamanda, ABD ve Çin gibi büyük küresel güçlerin oluşturacakları yıkımdan emin olmak için İslâm coğrafyasını ve Müslüman halkları yeniden Hilâfet çatısı altında toplamaktan başka çıkar yol yoktur.
Nitekim Türkiye, Hilâfet’in ilgasıyla ortaya çıkan etnik kökenli terörle 40 yıldır sürdürdüğü mücadelesinde henüz bir sonuca ulaşmış değildir. Ulusal yapıların ürettiği etnik sorunlar, ABD gibi küresel güçlerin elinde yıkıcı bir tehdide dönüşebilmektedir. Ancak kucaklayıcı Hilâfet nizamı, bu tür sorunları ortaya çıkaran zemini bertaraf etmeye muktedirdir.
Büyük küresel güçlerin oyuncağı olmak yerine, dünyaya yeniden nizam vermek istiyorsak, kendi öz malımız olan Râşidî Hilâfet’i, yüz yıllık fetret döneminden sonra, son payitahtı olan İstanbul’dan ilan etmemiz elzemdir.
Kendi içinde artan kırılganlığı, Cumhuriyetçi ve Demokratların keskinleşen ayrışmaları, ABD’yi çağın “hasta adamı” yapmıştır. Dünya halkları da artık ABD ve Batı’nın şerrinden uzak, bir parça huzur arayışı içindedir. Hilâfet nizamıyla İslâm, insanlığa aradığı huzuru verecek kudrete sahiptir.
[وَاللّٰهُ غَالِبٌ عَلٰٓى اَمْرِهٖ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ] “Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [Yusuf Suresi 21]