Dünya, küfrün karanlıklarında boğulmuşken insanlığı bu karanlıklardan vahyin aydınlığa çıkarmak için son ve tek hak din olan İslam indi. Sorunların çokluğu ve çözümün yokluğundan Hira Mağarasına sığınan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bir daha 622 yılına kadar mağaraya girmedi. “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar!” emri ile toplumdaki tüm sorunları, çarpıklıkları dile getirip vahyin çözümlerini, hidayetin kaynağını ortaya koydu.
Mekke müşriklerinin egemen, Müslümanların mustazaf olduğu bir beldede Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem 13 sene boyunca davetine icabet edenlere İslam’ı öğretti ve İslami şahsiyetler yetiştirdi. Bir yandan da İslam’ın kamuoyu oluşturması için gayret sarf etti. İslam’ın hayata tatbik edileceği, otoritenin Müslümanların elinde olacağı bir belde için nusret taleplerinde bulundu. Ta ki küfür izale edilip İslam yegâne güç olasıya kadar.
Hicretin özü; vahyin devletleşmesi, daru’l-küfrün daru’l-İslam’a çevrilmesidir. Hicret, tarihin akışını değiştiren davetten devlete giden kutlu bir yürüyüştür. Karanlıktan aydınlığa, batıldan hakka, zulümden adalete doğru yol almaktır. Hira’dan çıkış, vahyin en gür seda ile haykırılması iken Sevr’den çıkış, vahyin topluma tatbik edilişi, İslam Devleti’nin ikame edilmesiydi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir devlet başkanı olarak İslam’ın tüm hükümlerini kamusal alanda tatbik ederken diğer devletlerle de diplomatik ilişkiler kurdu. Küfür unsurlarına karşı savaştı/cihat etti. Kurulan İslâm devletiyle beraber Müslümanların ve gayrimüslimlerin din, can, akıl, mal ve namus güvenlikleri garanti altına alındı. Müslümanları koruyan ve temsil eden bir siyasi irade ortaya konuldu. Bu uygulamayla Rasulullah, İslâm’da “din işleri” ve “devlet işleri” diye bir ayırımın olmadığını; siyasetten iktisada, eğitimden ahlaka, hukuktan sosyal olaylara kadar İslam’ın hayata şamil ve kâmil bir din olduğu gerçeğini kıyamete kadar değişmez bir hakikat olarak gözler önüne serdi.
Hicret esasında İslam’ın devlet olma boyutunu ortaya koyduğundan dolayı bu hususu örtbas etmek isteyenler, hicretin vakasını bağlamından kopararak tahrifat yapmaktadırlar.
Hicret, zulümden kaçış ve daha konforlu bir hayatı yaşama arzusu olarak lanse edilmeye çalışılmaktadır.
Bu iddialar, mesnetsiz, çürük iddialardır. Zira hicretin temelinde yatan sebep zulüm olsaydı, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir başka beldeye hicreti Mekke döneminin 13. senesinde değil bilakis ambargo, boykot, anti propaganda ve de işkencenin zirve yaptığı bir dönemde gerçekleştirirdi. Ama Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in çektiği bunca zulümlere rağmen Mekke’yi terk etmemesi, gelişi güzel hareket edilmediğini, bilakis belli bir metot doğrultusunda hareket edildiğini açıkça göstermektedir.
Hicret, konforlu/müreffeh bir belde için yapılsaydı, Mekke döneminin başında SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in öncülüğünde Habeşistan’a yapılırdı. Ama öyle olmadı her ne kadar Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zayıf ve arkasını gözetip kollayacak kimsesi olmayan sahabeleri Habeşistan’a gönderdiyse de kendisi Mekke’de kalmış ve İslam’a davet metodundan taviz vermeden çalışmasına devam etmiştir.
Bu tahribatların yanı sıra hicreti, devlet ve siyasi güç olma bağlamından kopartıp bireyselleştirme çarpıtması da yapılmaktadır. Lügavi manası ön plana çıkarılarak bireyin haramlardan kaçınmasına hasredilmektedir. Kişinin Rabbine hicret etmesi, haramlardan helale, münkerden marufa hicret etmesi şeklinde ön plana çıkartılırken dinin/hicretin bireye bakan yönü ile sınırlandırılıp toplumsal yönü -İslam Devletini ikame etme yolunda nebevi bir hamle olduğu gerçeği- örtbas edilmektedir. Halbuki bu gayret de beyhudedir.
Ayrıca hicreti sadece tarihsel bir olgu olarak ele alıp “güvercin-örümcek” etrafında menkıbeleştirmek, bazı tabiatüstü olaylara indirgeyip duygusallaştırmak da hicretin gerçeğini izafi unsurlara mahkum etmektir; hicretin ruhunu ve özünü yok etmektir.
Hicret kavramının asli mecrasından koparılmasının, farklı anlamlar yüklemenin ve asıl manası olan “devlet olma/siyasi bir güç olma” hedefinin gizlenmesinin altında yatan sebep nedir, hiç düşündünüz mü?
Biri laikler diğeri ise kimi Müslümanlar tarafından ortaya konulan temelsiz, yanlış kabuller, hicretin gerçek mahiyetini gözden kaçırma amacı taşımaktadır. İlginç olan ise her iki kesimin de bilinçaltında olan ve dile getirdiği gerekçe aynıdır.
Laik/seküler/profan zihniyet, İslam’ın kamusal alanda tatbik edilmesine karşı çıkarak Allah’ın hükümlerine karşı insanın kendi aklından çıkardığı hükümleri esas alarak dinin toplumda tatbik edilmesine karşı net bir tavır koyarlar. Bu kesim, vicdani açıdan kişinin, istediği dine inanıp ve mabetlere hapsedilmiş bir din anlayışına, yaşantısına sahip olmasına karşı çıkmazlarken dinin devletleşmesine düşmanca bir tavır takınırlar. Buna gerekçe olarak da 1400 yıl önce indirilmiş hükümlerin bugün tatbik edilemeyeceğini iddia etmektedirler.
Kimi İslami oluşumlar ise Rasulullah’ın devletinin kendiliğinden, süreç içerisinde açığa çıkmış bir sonuç olduğunu ifade ediyorlar. Bunun böyle değil de vahyin gözetiminde ve yönlendirmesiyle Rasulullah’ın kıl kadar sapmaksızın üzerinde yürüdüğü bir metot olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Hâlbuki Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Hatta seni yerinde sağlam tutmasaydık neredeyse -biraz da olsa- onlara kayacaktın! Ama o zaman sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı da bulamazdın!” [İsrâ Suresi 74-75]
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in risaleti yüklendiği 13 senelik Mekke dönemi boyunca tavizkar, ılımlı, Makyavelist, oportünist ve konformist bir duruş sergilemedi. “Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz.” [Enbiya Suresi 98] “İşte bu benim yolumdur. Ben, ne yaptığımı bilerek Allah’a çağırıyorum; ben ve bana uyanlar (bunu yapıyoruz). Allah’ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” [Yusuf Suresi 108] _“Ey Kureyş topluluğu beni duyuyor musunuz? Muhammed’in nefsini elinde tutan zata yemin ederim ki, ben size boğazlanmak pahasına geldim.”**_ diyerek Allah’ın emrettiği yoldan yürüdü.
Şimdi Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bizler için yegâne ölçü değil midir?
“İçinizden Allah’ın lütfuna ve ahiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Rasulullah’ta güzel bir örneklik vardır.” [Ahzâb Suresi 21]
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.’” [Âl-i İmrân Suresi 31]
İbadette Rasulü örnek alanlar, tuvalete hangi ayakla girileceğini, suyun nasıl içileceğini örnek alan Müslümanlar, sıra Rasulullah’ın İslam Devletini ikamesine gelince, akli çıkarımlar yapıyor. Kimileri ekonomik kalkınma, kimileri ilmî kalkınma, kimileri yardımlaşma, kimileri inziva, kimileri güç/şiddet, kimileri salt vaaz ile bu işin olacağını dile getiriyor. Sistem içi mücadeleyi, batıl düzene entegre olmayı “Samiri’nin buzağısına olan bağlılığı” gibi vazgeçilmez görüyor. Müslümanları küfri düzenin bekçileri haline getirme gayreti içerisinde olan bu kesimlerin dile getirdiği gerekçe; maslahatlar, kazanımlar ve rahat bir şekilde ibadetlerin gerçekleştirilmesi… Sanki bu din, yeryüzüne egemen olmak için değil de tağuti/firavuni düzenlerin gölgesi altında konforlu bir şekilde yaşamak için indirildi. Bu batıl, her girdiği ortama/düzene/kişiye/iktidara göre menfaat temelli şekil alan omurgasız, Rabbani ilkelerden kopuk metot anlayışına karşı nebevi hareket metodu ortaya konulduğu zaman, “Bu, 1400 sene önce takip edilen yoldu; o zamanda kaldı. Bu yol ile hedefe ulaşmak zor, ütopik ve imkânsız!” denilerek reddediliyor.
Dikkat ederseniz; bir kesim Allah’ın hükümlerine karşı çıkarken bir diğer kesim ise hükümlerin tatbik ediliş keyfiyetine karşı çıkmaktadır. Hâlbuki bu dinin hükümleri nasıl Rabbani ise onun hareket metodu da /menheci de Rabbanidir (olmalıdır). Batıl ancak hak ile zail olur, başka bir batılla değil.
Sahte tanrılara sığınan laik zihniyet ve tağutların çürük ipine tutunan muhafazakâr demokratlara rağmen Allah’ın ipine sımsıkı tutunan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metoduna sadık kalıp şer’î hükümlere bağlı kalmayı kendisi için beka meselesi olarak gören Müslümanlar, elbet bir gün ikinci (İslam Devletine) hicret yürüyüşünü gerçekleştireceklerdir.
“Allah, içinizden iman edip dünya ve salih amellerde bulunan kimselere vaat etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde hâkimiyet verecek, onlar için hoşnutluğuna vesile kıldığı dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, şu andaki korkularını güvenliğe çevirecektir; çünkü onlar Bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkâra saparsa yoldan çıkmış kimseler işte bunlardır.” [Nur Suresi 55]