Muharrem ayının ilk günü yeryüzündeki tüm Müslümanlar için yeni bir Hicrî yılın idrak edildiği, hicretin tüm yönleriyle konuşulduğu, amacının ve neticesinin ne olduğunun hatırlandığı, geçen yılın muhasebesinin yapıldığı ve bir sonraki sene için hedeflerin konulduğu bir sene-i devriyedir.
Malum, Hazreti Ömer’in halifeliği döneminde Müslümanlar için bir takvim belirlemenin zarureti ortaya çıkmıştı. Halife Ömer başkanlığında sahabeler toplandı ve bu konuda istişareler yaptılar.
Bir kısım sahabe, Allah Rasulü’nün doğduğu yılı; diğer bir kısım sahabe ise Efendimizin vefat ettiği yılı, takvim başlangıcı olarak önerdiler. Bunların içerisinde, vahyin ilk geldiği yılı başlangıç olarak kabul etme önerisi de vardı. Ancak başta Ali RadiyAllahu Anh olmak üzere sahabelerin büyükleri, Müslümanların takviminin başlangıcı için hicret senesini önerdiler. Ve bu görüş üzerinde tüm sahabeler ittifak ederek, Müslümanların takviminin ilk yılını Hicret senesi ilk gününü de muharrem ayının 1’i olarak kabul ettiler.
Peki, neden Allah Rasulü’nün doğumu ya da ilk vahyin inişi değil de hicret?
Evet, bunların hepsinin Müslümanların nezdinde önemi ve kıymeti çok büyüktür ancak hicretin yeri ve önemi bambaşkadır. Zira hicret; İslâm Devleti’nin ve İslâm toplumunun kuruluşudur. Cahiliyenin ve küfrün zilletinin; İslâm’ın ve Müslümanların izzetinin açık göstergesidir.
Hicret, Müslümanların; İslâm’ın izzetine, yüceliğine ve hâkimiyetine şahit olmalarıdır. Hicret, yeryüzündeki en hayırlı ümmetin doğuşudur. Orduların cihat meydanlarına çıkıp İslâm’ın nurunu tüm dünyaya taşımalarının başlangıcıdır.
Evet hicret, İslâmi hayatı başlatan İslâm toplumunun fecir vaktidir. Ancak bugün Hicrî yeni bir yıla öyle bir halde giriyoruz ki, zillet her tarafımızı sarmış durumda. Aylardır Gazze’de yaşanan katliamlara karşı en küçük bir müdahalede bulunamamanın zilleti… Yahudi varlığının işgali altında soykırıma uğrayan kardeşlerimizin feryatlarına ve yardım çağrılarına cevap verememe zilleti… Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizi Çin kafirinin insafına terk etme zilleti… Ve bunlar gibi daha nice zillet…
İşte bu Hicrî yılbaşında konuşulması gereken yegâne şey; her tarafımızı sarmış bu zilletin asıl sebebi olan ve 1446 yıl önce hicret ile kurulan İslâm Devleti’ni yitirilmişliği olmalıdır. Zira devletimizi yitirmemiz ile birlikte öyle bir hale geldik ki her türlü küfür fikirleri hayatlarımıza hâkim olmuş durumda. Toplumumuz derin bir ahlaksızlığın ve kokuşmuşluğun pençesinde. Aile ve nesiller dağılmış halde. Bütün değerlerimiz ve kutsallarımız saldırı altında. Fitne ve zulümler her yeri kuşatmış durumda.
Âlimlerimiz hakkı söylemekten çekiniyor ve zalim yöneticilerin gölgesiyle gölgeleniyor. Yöneticilerimizin kalbi, işgal altındaki beldelerimizle birlikte değil, Washington, Londra, Paris veya Moskova ile birlikte atıyor. Siyasi ve ekonomik hiçbir kararı, İslâmi hükümlere ve Müslümanların değerlerine uygun bir şekilde alamıyorlar. Batılıların kararlarını taklit ve tatbik etmek ile övünüp duruyorlar.
Sonuç olarak; kendimize ait hiçbir değerimiz, ilkemiz ve kırmızıçizgimiz neredeyse kalmadı. Doğru giden hiçbir işimiz, eğilmeyen başımız kalmadı. Zulüm ve mazlumiyet her tarafı kuşattı.
İşte böyle bir durumda Hicrî yılbaşını idrak ederken, fikirden yoksun tebrik mesajları ile, sadece duyguları okşayan mağara ve güvercin kıssaları ile yetinmek, büyük bir kayıp olacaktır. Hele hele beldemize hicret etmek zorunda kalmış muhacir Suriyeli kardeşlerimiz sokaklarda çeteler tarafından katledilirken, evleri, araçları, dükkanları yakılırken; yine Rus zulmünden kaçıp bize sığınmış Özbek, Tacik vb. muhacirler geri gönderme merkezlerine doldurulmuş iken siyasilerin ve ekran hocalarının muhacir-ensar kardeşliğinden bahsetmesi çok ironiktir. Evet bugün konuşulması gereken; hicretin, İslâm Devleti’nin ikamesi olduğudur. Müslümanların devleti olan Hilâfet’in yıkılmasından sonra nasıl parçalandığımız ve dağıldığımızdır. Kokuşmuş milliyetçilik fikri ile Müslümanların nasıl birbirine düşman edildiğidir. Gazze, Doğu Türkistan ve diğer işgal altındaki beldelerimizin sahipsizliğidir. Toplumlarımızın hızla çöküş ve yok oluşa sürüklenmesidir. Yeniden İslâm toplumunu inşa edecek Râşidî Hilâfet kurulmadan kurtuluşumuzun mümkün olmadığıdır. Ve tabii ki Allah Rasulü’nün İslâm toplumunu inşa etmek için hicrete giden yolda nasıl bir metot ile çalıştığıdır.
Bu metot, Allahu Teâlâ’nın, kendisini elçi olarak göndermesinden, Medine’de İslâm Devleti’ni kurmasına kadar Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in izlediği ve titizlikle üzerinde hareket ettiği yoldur.
Allah Rasulü, ilk vahyi aldığı andan itibaren açık bir şekilde insanları Allah’a imana ve İslâm’a davet etti. Tebliğ ve davet faaliyetlerini yürüttü. “Emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yaptı. Ve bu esnada kendisine inananlar ile birlikte bir kitle oluşturdu. Bu kitle, ilk etapta gizli idi. Erkam b. Ebi Erkam gibi evlerde kitlesini kültürlendirdi. Onları Allah’ın vahyi ile hazırladı.
Ardından -yine vahyin yönlendirmesi ile- kitlesi ile birlikte açıktan davet çalışmalarına başladı. İnsanlara Mekke’nin meydanlarında hitap etmeye başladı. Allah’ın ayetleri ile meydan okumaya başladı. Hem kendisi hem kitlesi, en yakınlarından başlayarak davet amelleri gerçekleştiriyorlardı.
Ve bu aşamada Allah Rasulü çalışmalarını fikrî ve siyasi amellerle sınırlandırdı. İnsanlara, kulluk ettikleri ilahların birer “put” olduklarını; ibadetin ancak Allah’a yapılacağını; hüküm ve yönetimin Allah’a ait olması gerektiğini anlatıyordu. Onların ve toplumlarının, ibadet anlayışlarına, yönetimlerine, kadın-erkek ilişkilerine, kölelik düzenlerine, velhasıl toplumun küfür ve fısk içeren uygulamalarına çatıyordu.
Sahip oldukları fikirlerin çürüklüğünü, açıkça, gizlemeden büyük bir cesaretle yüzlerine haykırıyordu. Bununla birlikte onları yöneten, yönlendiren, kanun ve yasalar belirleyen yöneticilerine de çatıyordu. Onlarla ve onların söylemleriyle tartışıyordu.
Tüm bunları yürütürken bir yandan da güç sahiplerine yönelik nusret talebi çalışmalarını yürütüyordu. Farklı kavimlerin liderlerinden, devlet reislerinden, Mekke’ye gelen heyetlerin başkanlarından nusret talep ediyordu. Musab bin Umeyr’i Medine’ye gönderme gerekçelerinden birisi de buydu. Musab’ın Medine’nin ileri gelen güç sahiplerinden nusret elde etmesiyle devlete giden yolda hicret yürüyüşünün adımları atıldı.
İşte, kısaca bu şekilde Allah Rasulü’nün yaptığı fikrî ve siyasi ameller ve çalışmaların neticesinde İslâm Devleti’ne hicret gerçekleşmiş oldu. Bugün de Allah Rasulü’nün siretine ve metoduna sıkı sıkıya yapışıp bir kitle halinde fikrî ve siyasi çalışmalarla İslâm Devleti’ne giden hicretin yolunda adımlarımızı hızlandırmamız gerekir. Allah Rasulü ve sahabelerin cahiliye toplumundan İslâm toplumuna hicreti gibi bizler de İslâm toplumunu inşa etmek için Allah’ın dinine hicret etmek zorundayız. Ancak böylece, dünya ve ahiretin hayrına ve izzetine kavuşabiliriz.
Allahu Teala’dan, bu yeni Hicrî yılın; karanlıklardan aydınlığa, cahiliyeden İslâm toplumuna çıkışın bir vesilesi olmasını niyaz ediyor ve hepinizin Hicrî 1446. yılını tebrik ediyorum.