Suriye’ye müdahale kapıya dayanmış durumda. Bunun sinyalinin verildiğini 7 Haziran tarihindeki Hama katliamının ardından gerek BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un çıkışlarından, gerekse ABD’nin müdahale hazırlığında olduğunun CNN kanalı vasıtasıyla dünyaya duyurulmasından fark etmiştik. Ayrıca; Suriye’nin zorlama muhalif oluşumu olan Suriye Ulusal Konseyi Başkanı’nın Esad’ın görevi bırakması durumunda yerine geçecek ismin kim olacağını zikretmesi, Suriye yönetimine karşı yapılacak olan müdahale mekanizmasının sistematik bir biçimde işlediğini görmemizi sağlamıştır.prefix = o ns = "urn:schemas-microsoft-com:office:office" /
Suriye konusunda dünya kamuoyu yaklaşık son bir haftadır, bir Türk askeri keşif uçağının uluslararası hava sahası üzerinde iken Suriye tarafından düşürülmesine odaklanmıştır. Bu konu doğal olarak Türkiye gündemine birinci sıradan oturmuştur ve halen birinci sıradaki yerini korumaktadır. Olayın gerçekleştiği ilk gün haberin doğruluğu hususunda çekinceler varken, bu çekinceler aynı günün geç saatlerinde Meksika ve Brezilya ziyaretlerinden dönen Başbakan Erdoğan’ın, gelişme üzerine toplamış olduğu güvenlik zirvesinin ardından yapmış olduğu açıklamayla ortadan kalkmıştır.
Türk keşif uçağının Suriye tarafından düşürüldüğünün anlaşılmasının ardından, gündem bu defa da Suriye tarafından yapılan özür açıklamalarına ve Türkiye’nin bu açıklamalar karşısındaki tepkilerine odaklanmıştır. Ancak olayın ardından verilen ilk haberlerde geçtiği şekilde Suriye Türkiye’den özür dilememiştir. Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Cihad Makdisi, uçağın uluslararası hava sahası içinde değil, Suriye hava sahasında vurulduğunu ısrarla vurgulamıştır. Türk askeri keşif uçağının uçaksavarla vurulduğunu ve uçaksavarların menzilinin de 2-2,5 km civarında olduğunu belirterek, uluslararası hava sahasında bulunana bir uçağın uçaksavarla vurulmayacağına dikkat çekmiştir. Makdisi, bu durumu da bir kaza olarak nitelendirip, Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bu konudaki söylemlerinin gerçeği yansıtmadığını belirtmiştir.
Başbakan Erdoğan, partisinin TBMM’deki gurup toplantısında Suriye’ye yönelik olarak; “Tüm dünyaya açıkça şunu ifade ediyoruz: ‘Türkiye yerini zamanını ve yöntemini kendisi tayin ederek bu haksızlığa karşı uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanarak gereken adımları kararlılıkla atacaktır. Biz Suriye yönetiminin kendi halkı için tehdit halinde geldiğini görüyoruz ama bu son olay Esad yönetiminin kendi halkıyla birlikte Türkiye’nin güvenliğine de açık ve yakın tehdit haline geldiğini ortaya koymuştur. Bu olaydan sonra artık yeni bir aşamaya geçilmiştir. Türkiye olarak Suriye rejiminin sınırımızda oluşturduğu güvenlik risklerini hiçbir şekilde tolere etmeyecek ve karşılıksız bırakmayacağız… Suriye’den Türkiye sınırına güvenlik riski ve tehlikesi oluşturacak şekilde yaklaşan her askeri unsur tehdit olarak değerlendirilecek ve askeri hedef olarak muamele görecektir… Türkiye her kardeşinin emin olacağı bir ülkedir ama Türkiye’nin dostluğu ne kadar değerliyse gazabı da o kadar şiddetli ve kahredicidir.” Şeklinde tehdit ve kararlılık(!) içeren bir konuşma yapmıştır.
Ardından hükümet, Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı keşif uçağının Suriye tarafından düşürülmesi sonrasında konuyu NATO gündemine taşıma kararı almış ve NATO’ya taraf ülkelerin imzaladığı sözleşmenin 4’üncü maddesine dayanarak üye ülkelerden toplantı istemiştir. NATO Sözleşmesi’nin 4. maddesinde “Üye ülkelerden herhangi biri, toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü zaman, tüm taraflar birlikte danışmalarda bulunacaklardır” ifadesi yer almaktadır.
Brüksel'de toplanan ve 28 üye ülkeden diplomatların katıldığı toplantı sonunda yapılan açıklamada uçağın düşürülmesinin "kabul edilemez olduğu" söylenmiştir. NATO büyükelçileri ayrıca Türkiye ile "güçlü bir dayanışma ruhu içinde" yan yana durulacağını ifade etmişlerdir. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, uçağın düşürülmesini "Suriyeli yetkililerin uluslararası kuralları hiçe saymasının son örneği olduğunu" ifade etmiştir.
Türkiye’nin de dâhil olmasıyla birlikte yaşanan bu gelişme, bir anda Suriye’deki katliamları ikinci plana iterek yerini Suriye ile Türkiye arasındaki gerginliğe bırakmıştır. Dünya bu gerginliğe odaklana dursun, bu olayın gerçekleşmesi esnasında yaşanan bazı hususlar kafaları karıştırmaya devam etmektedir:
Mesela; Esad ve Suriye yönetimi, kendisine karşı kıyama kalkan halkına karşı acımasızca mücadele vermektedir. Bu mücadele yüzünden yaşlı, kadın ve çocuk demeden binlerce Müslümanı acımasızca katletmiş, binlercesini de türlü işkencelerden geçirerek zindanlara atmıştır. Esad yönetimi, kendi halkına yaptığı bu kötü muamelelerin gerekçe gösterildiği uluslararası bir müdahale ile karşı karşıyadır. Üstelik böyle bir müdahalenin kendi sonunu getireceğinin de farkındadır. Hal böyle iken, Esad yönetimi bir Türk askeri keşif uçağını hem de uluslararası hava sahası içerisinde kasten vurmak suretiyle neden kendi karşısına bir düşman daha alıp, kendisine karşı yapılacağı gündeme gelen uluslararası müdahaleye çanak tutmuş olsun? Suriye yönetimi olayın kaza olduğunu, ortada bir yanlışlık olduğunu ve aynı şartlarda Suriye uçağı bile olsa vurulabileceğini ifade ederken, Türk yetkilileri uçağın kasten vurulduğu bilgisine nasıl ulaşmışlardır? Suriye Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün ifade ettiği gibi uçak, uçaksavarla vurulmuş (radarlar tarafından tespit edilmiş bir füze hareketi yoktur) ve kuyruk kısmında da tüfek mermilerinin izleri mevcutsa, Türk keşif uçağı bu silahların menziline kadar neden girmiştir? Çünkü ulusal hava sahaları ülkelerin karasularının mesafesiyle tespit edilmektedir. Uluslararası anlaşmalara göre minimum ulusal hava sahası mesafesi, karasularına bağlı olarak 3 mildir. Bu mesafe bile uçaksavar ve tüfek menzilinin dışındadır. Uluslararası hava sahaları ise herhangi bir ülkenin hâkimiyetinde olmayan hava sahalarıdır (açık denizlerin üstündeki hava sahaları gibi). Bunların karasularına mesafeleri yani ulusal hava sahalarına mesafeleri ise çok daha fazladır.
Türkiye ile Suriye arasındaki gerginliğin daha da artmasına neden olan bu gelişmedeki muamma tazeliğini koruyadursun, bu gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan gerginlikle yapılmak istenen siyasi hamleler çok daha belirgindir.
Ne kadar tehditler savrulsa ve kararlılık mesajları verilse de, Suriye’yi hizaya getirme ve yaptıklarına karşı hamlelerle cevap verme işi Türkiye’nin haddine değildir. Çünkü Suriye şu anda BOP ’un sahibi ve kendisiyle stratejik ortaklık yapmaya can atan ajan yöneticilerin efendisi olan Amerika’nın elindedir ve O’nun tarafından şekillendirilmeye çalışılmaktadır.
Ancak Amerika daha önce yaşadığı Afganistan ve Irak serüvenlerinden aldığı dersler neticesinde Suriye konusunda daha temkinli davranmaktadır. Amerika, Ortadoğu’da kendi nüfuzu adına şu ana kadar yaptığı girişimlerde net bir başarı elde edememiştir. Bunun nedenlerinden biri de İngiliz siyasetinin tesiridir. İngilizler bozguncu ve sömürgeci olmalarına ve bunu bir asırdır sürdürmelerine rağmen onlar bu yönleriyle asla ortaya çıkmamıştır. Oysa Amerika bu konuda İngiltere’ye göre çok daha yeni olmasına rağmen, tüm dünya halkları bozguncu ve sömürgeci olarak Amerika’yı tanımakta ve Amerika’ya karşı büyük bir kin beslemektedirler. Bu da İslami Beldelerde yaptıkları bütün işlerde onların hareketlerini zorlaştırmaktadır. Bu gibi unsurlara bağlı olarak ABD’nin hareketlerinin zorlaşması, ABD adına aşağıdaki kolaylaştırıcı unsurları ortaya çıkmaktadır:
a) ABD’nin Suriye müdahalesi üzerinde aktif olan unsurlardan bir Türkiye olacaktır. Hatırlanacağı gibi Türkiye, Suriye’de muhalefetin oluşturulmasında ve Esad rejimine zaman tanınması için gerçekleştirilen toplantı ve diplomatik girişimlerde de Dışişleri Bakanı Davutoğlu eliyle aktif rol oynamıştır.
b) Bu aktif rolün boyutları şu an için bilinmiyor olsa da (müdahale sonrası yapılandırma konusu ağır basmaktadır), Türkiye ile Suriye arasında oluşan bu gerginlik ve Türkiye’nin Suriye’yi kendisi için tehdit olarak görmeye başlaması Türkiye’nin bu müdahale içindeki yerini meşrulaştırmaktadır. Ayrıca durduk yere silahların konuşmasıyla bu tehdit unsurunun oluşması, Türkiye’ye böyle bir rolün biçildiğine de bir delil teşkil etmektedir.
c) Bilindiği gibi daha önce Suriye askerleri Suriyeli mültecilerin bulunduğu Türkiye sınırındaki kampa ateş açmışlardır. İkinci olarak Suriye’nin bir F4 Türk uçağını düşürmesi, Türkiye kamuoyunda Suriye’ye yönelik her türlü harekete destek ortamı oluşmasına yardımcı olmuştur. Daha önce hükümetin karşısına en çok çıkan “Suriye’den bize ne” anlayışı yok edilmeye çalışılmıştır.
d) Suriye’nin Türkiye’ye saldırarak artık Türkiye için bir tehdit haline gelmesi NATO’ya Suriye üzerine müdahale hakkını doğurmaktadır. Çünkü NATO'nun 5. Maddesine göre özetle; bir üye ülkeye yapılan saldırı bütün üye ülkelere yapılmış bir saldırı olarak kabul edilmekte ve bu durum saldırıyı gerçekleştiren ülkeye birlik tarafından askeri bir müdahalenin yapılmasına imkân tanımaktadır. Böylelikle NATO üzerinden yapılacak bir müdahale de ilk kez meşruiyet sorunu yaşanmadan gerçeklemiş olacaktır ki, bu da olası bir müdahalenin NATO üzerinden yapılması seçeneğini daha kuvvetli hale getirmektedir.
Suriye’de artık oluşması beklenen müdahale şartları oluşmuştur. Müdahale için Türkiye’nin katkıları ise ABD için bir zarurettir. Bu yüzden sıra Türkiye’nin hazırlanmasına ve meşru gerekçeler oluşturmaya gelmiştir. Yaşanan bu gelişmeler bu hazırlık sürecine ait gelişmelerdir. Kısacası Türk-Amerikan ortak yapımı senaryolar Suriye üzerinde oynanmaktadır. Suriye Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün açıklamaları dikkatlice incelendiğinde, Suriye’nin içinde bulunduğu ortamdan dolayı uçağın o anki haline kayıtsız kalınması mümkün değildir. Zira bakanlık sözcüsü, aynı durumda bir Suriye uçağı bile olsa, onun da vurulacağını beyan etmektedir. Ancak bu durum, zalim Suriye yönetiminin masum olduğu anlamına gelmediği gibi, gelişmenin kendiliğinden yani ABD ve yandaşlarının bilgisi ve müdahalesi dışında meydana geldiğini de göstermemektedir.
Türkiye’deki muhalefetin bu konudaki desteği ise, başarılı bir süreç olduğunda hükümetin yanında yer alarak onu destekler görünmek, başarısızlığında ve toplumsal tepkiler ortaya çıktığında karşısına geçip muhalefet etmekten ibarettir. Zaten bekledikleri de budur.
Aynı şey, İngilizlerin müdahale için ABD’yi zorlaması ya da bu minvalde BM’yi göreve çağırmasında da söz konusudur.