Haritanın En Beyaz Noktasına Kan Düştü
18 Mart 2016

Haritanın En Beyaz Noktasına Kan Düştü

İnsanlar kendi cehennemlerini yapma ve kendilerini yakma konusunda yarış içerisindeler. O yüzdendir ki, dünyanın karanlık çağına kapı araladılar. Huzur ve istikrarın yerini kesintisiz bir kaos, amansız bir kargaşa aldı. Buna neden olanlar kendilerini İslam’a ve Müslümanlara düşman, Allah’a ve Resulüne ise rakip gördüler. Kibirleri insanlıklarını kuşattı, merhamet, hoşgörü gibi mefhumlar rafa kaldırıldı. Maddi bir takım kazanımların gücüne inanarak, dünyalıklara tapındılar ve sonunda yeryüzünün mimarları oluverdiler. İnşa edenler böylesi bir kimliğe sahip olunca inşa ettikleri yeni dünya düzeni de adeta huzursuzluğun ve istikrarsızlığın ana karası oldu. Fitne çıkarıp, bozgunculuk yapanlar bu anakara üzerinde yüzyıllarca kaosun ve istikrarsızlığın yaşanmadığı İslami beldeleri kötü emelleri için denek yapıp, çalışma sahası haline getirdiler. Zulmün her çeşidini Müslümanlar üzerinde uyguladılar. Bir bölge nasıl iflah olmaz düşüncesini İslami topraklarda hayata geçirdiler. Liderlerini satın alıp, tebaasını istedikleri siyasal süreçlere kurban ettiler. Sınırları daraltıp, fikren çökmeyi gerçekleştirdiler. Yüzyıllarca imrendikleri bir topluma iğrenilecek muameleleri reva gördüler. Öyle ki Firavun’u mumla arattılar.

وَقَالَ الْمَلأُ مِن قَوْمِ فِرْعَونَ أَتَذَرُ مُوسَى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ وَيَذَرَكَ وَآلِهَتَكَ قَالَ سَنُقَتِّلُ أَبْنَاءهُمْ وَنَسْتَحْيِي نِسَاءهُمْ وَإِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ

"Firavun kavminin önde gelenleri, dediler ki: Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır'da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terk etmeleri için mi (serbest) bırakacaksın? (Firavun) Dedi ki: Erkek çocuklarını öldüreceğiz ve kadınlarını sağ bırakacağız. Hiç şüphesiz biz, onlara karşı kahir bir üstünlüğe sahibiz."[1]

Peki, tüm bunları nasıl yaptılar? Yüz yıllar boyunca yapılan planlar, tek bir hamle ile sona ulaştı. Savaştılar, ajanlar gönderdiler, fitne çıkardılar, suni gündemler oluşturdular, devletçikler tasarladılar, ölçtüler, biçtiler, oynadılar, kaybettiler, kazandılar ama kesin bir sonuca ulaşamadılar. Dünya haritasına defalarca bakıp iç geçirdiler, yazdılar, çizdiler. İslam coğrafyasındaki zenginlikler iştahlarını kabarttı, sahiplenmek istediler. Ve en sonunda karar verdiler: “Hilafet kaldırılacak”…

Hilafetin kaldırılması konusunda tereddüt yaşadılar. Bu yüzden önce onu zayıflatma, etkisizleştirme ve sadece bir isim olarak yaşaması yoluna gittiler. Zira Müslümanlardan korkuyorlardı ve bu işin sonunun istedikleri gibi biteceği net değildi. Yüzlerce yıl İslam ümmeti tarafından sahiplenilen, kendisiyle korunulan, kendisiyle izzet kazanılan bir kurumun kolayca elden çıkabileceğini düşünmüyorlardı. Bundan dolayı zayıflatma ve etkisizleştirme faaliyetleri ümmete zorla sevdirilen, kahramanlaştırılan ya da tek çare olarak gösterilen ajanlarca yapıldı. Neticede görüldü ki Hilafetin kaldırılması hiç de korktukları gibi zor olmadı. 1 Kasım 1922’te etkisi kaybolan bu kurumu henüz üzerinden iki yıl geçmeden kısa bir süre sonra 3 Mart 1924’te tamamen kaldırdılar. Böylece üzerinde bulundukları bütün yeryüzü fesada ve nefrete bulandı.

Hilafet kurumunun nasıl kaldırıldığı konusu uzun yıllar üzerinde yürütülen projeler ve manevralar düşünüldüğünde oldukça detaylı ve uzun soluklu bir süreçtir. Bu süreç birçok kitapta ele alındığı gibi dergimizde de her yıl Mart ayında yazılıp çizilmektedir. Bu makalede bu süreçlerden ziyade ümmet coğrafyası üzerindeki tesirini, ümmetin evlatlarının bu meseleye bakışlarını ve Hilafet mefhumu üzerindeki siyasal süreçlerini inceleyeceğim inşallah…

Bu mesele neden bu kadar önemli? Her yıl bıkmadan usanmadan niçin bu konu üzerinde duruluyor gibi sorulara en net cevabı yine şöyle verebiliriz: Çünkü o gün, yani İslami Hilafetin ilga edildiği Mart ayının 3. günü dünya haritasının en beyaz noktasına kan düştü. Yetmedi tüm Müslümanlar hatta bu meseleyi çok önemsemeyen, üstelik yadırgayan Müslümanlar da maalesef ki bu kanlar içerisinde boğuldu. Özellikle yaşadığımız topraklarda Hilafetin kaldırılışına seyirci kalındığı gibi bugün hala sömürgeci kâfirlerin saldırılarına seyirci kalmaya devam ediyorsak, Hilafet nidalarıyla gökleri titreten bir grup davetçiye kulaklarımızı kapatıyorsak, içinde bulunduğumuz siyasi atmosferin zehrini tüm hücrelerimize çekmişken İslam’ın panzehrini aramıyorsak, haritanın en beyaz noktasına sahipken düşen kanı temizleyemiyor ya da temizlemek için çok da uğraşmıyorsak bu kanda zaten boğulmuşuz demektir. Şimdi böylesi bir özeleştiriden sonra boğulmuş bir topluma suni teneffüs yapmanın her şeyden önce geldiğini düşünüyorum. Zira fonksiyonlarını yitirmiş bir vücut için yamalı tedaviler, etkisiz söylemler asla işe yaramayacaktır. Bu topluma kendisini boğulmaya mahkûm edenlerin kimler olduğunu, neden böylesi bir sonu kendilerine reva gördüklerini bildirmek lazımdır. Sonra onları kurtarmanın yolları aranmalı ve aynı akıbete uğramamaları için tedbirler almak gereklidir. Vücut fonksiyonları çalıştıktan sonra artık onlara ahlak, merhamet, Allah’a kulluk gibi aşıların yapılması makul hale gelir.

Başta, “kan düştü” dediğimiz haritanın en beyaz noktası aslında küçük bir nokta değil. Sınırları yirmi iki milyon kilometre kareye ulaşmış ama tesiri yeryüzünün tamamına yayılmış, hükümleri kâinattaki her bir ferdi doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen bir devletten bahsediyoruz. Bu yönüyle aslında İslam’ın hâkim olduğu zamanlarda dünyanın tamamının istikrar içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki İslam akidesi doğuda Endonezya’dan batıda Fas’a, kuzeyde İspanya’dan güneyde Afrika Boynuzuna kadar uzanan yüzlerce medeniyete liderlik etmiş, birbirinden farklı örflere, geleneklere, duygulara, fikirlere nizam vermiş bir ideolojiden söz ediyoruz. Doğal olarak İslam hâkimiyetinin ortadan kaldırıldığı gün tüm dünya fitne ateşinin yangınına kurban gitmiştir. Bu ateş kendisini var eden şeytanlaşmış ruhları da yakıp küle çevirmiştir. Dünya gerçekten de bir oyalanma mekânına dönüşmüş, amaçsızca dolaşan cansız bedenler cirit atar hale gelmiştir.

Bu olumsuz tasviri asla abartılı bulmayın zira Allah ile bağın idrakinden uzak, ölüm ve ötesi ile alaka kuramayan her toplumun hayatı bu anlatılan senaryolardan çok daha kötüdür. Siyaseti dizayn edenlerin ürettiği fasit fikirler fertleri ve toplumları bu fesat çemberine alınca oradan uzaklaşmak, o çember dışında hareket etmek oldukça zorlaşıyor. Kapitalizmin varlığını tartışmak yerine kapitalist toplumda zenginleşmeyi tartışanlar, İslam’ın tüm izlerinin silindiği bir düzende ayakta kalmaya çabalayanlar asla güçlü bir duruş sergileyemezler. Gençlerin tek korkularının iyi bir kariyer yapamamak olduğu toplumlarda yönetimde ve liderlikte dışa bağımlılık asla sona ermeyecektir. Çarpık ve eğreti yaşam tarzlarını kendilerine ilke edinen tahsilli insanların aldıkları eğitimler, kendilerini ateş çukuruna sokan bilgiler olarak kendilerine dönecektir. Ahlakın, hoşgörünün, paylaşmanın, belli başlı insani erdemlerin tükendiği böylesi toplumlarda İslami amellere rastlamak oldukça zor olsa gerek.

İşte 3 Mart’ta haritanın en beyaz noktasına düşen ilk kan böylece İslami toplumların zihin dünyalarına düşmüş oldu. Arkası hiç kesilmeyen bu süreç Müslümanların canlarına, namuslarına, izzetlerine de mâl oldu. Bu kan masum insanların kanlarına karıştı. Bedenlerden akan kanlar haritanın büyük bir bölümünün kıpkırmızı olmasına neden oldu. Sonra bu kanlara çocukların, kadınların, acizlerin, güçsüzlerin de kanı karıştı. Şimdi nizamı ve toplumuyla istikrarlı bir İslami beldeden örnek verebilir misiniz? Neredeyse tamamı bir şekliyle Avrupalı devletlerin iç veya dış işlerine tesir ettiği, yönetimini elinde tuttuğu devletlerdir. İktisadi kalkınmışlıkları ya da yeraltı-yerüstü zenginlikleri onların fikri ve siyasi kalkınmalarına yetmedi, yetmez. Hatta bu devletler yanı başlarındaki aynı akideyi taşıyan kardeşlerinin katliamlarına, onlara uygulanan zulme dahi seslerini çıkaramayacak kadar güçsüz ve etkisiz devletlerdir. Zira onlar da Hilafetin yoksunluğunun sonuçlarını yaşamaktadır.

وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

“Aranızdan sadece zalimlerin başlarına gelmekle yetinmeyecek olan beladan sakınınız. Biliniz ki Allah’ın azabı ağırdır.”[2]

İslami Hilafetin varlığında Filistin için yemeden içmeden kesilen Selahaddin Eyyubi’nin her seferinde haçlı ordusunu bozguna uğrattığını düşünürsek, Hilafetin ilgasının hemen akabinde Filistin’i bedelsiz bir şekilde alan Yahudi varlığının nasıl bir lider taifesi ile karşılaştığını varın siz düşünün. Filistin topraklarından bir karış vermeyen önceki liderler ile 1947’den bu yana katledilen Müslümanları görmezden gelen liderleri varın siz düşünün. Tebaasından bir kadının çığlıklarına kulak veren Halife Mu’tasım’ın aldığı intikam ile halkının namus ve şerefini nasıl koruduğunu düşünürsek, bugün kirletilen binlerce namusu önemsemeyen günümüz yönetimlerini varın siz kıyas edin. Peygamberine hakaret edilmesini içine sindiremeyen dönemin halifesi II. Abdülhamid Han, sadece piyesin oynanmasını değil birçok sanatsal faaliyetin Fransa’da yapılmasına engel olmuşken, günümüz yöneticilerinin Peygambere hakarette sınır tanımayan aynı ülkeye destek ziyaretleri yapmasını varın siz izah edin. Selahaddin’in mirasına sahip çıkan Abdülhamid’in canı pahasına meydan okuduğu gasıp İsrail varlığını kendi halkının dostu gören günümüz yöneticilerini varın siz tahayyül edin. Kilometrelerce ötelere nizamını kusursuzca götüren bir devlet anlayışını düşündüğünüzde basit ve suni sınırlarında bile eğri büğrü kanunlarıyla nizam koyamayan günümüz devlet anlayışlarını varın siz yorumlayın. Sonrada bir zahmet İslam’ın devletiyle sömürge topraklarındaki laik-demokratik devletlerin gücünü, kabiliyetini ve tesirini idrak edin. Göreceksiniz ki aklı ikna etmeyen, kalbi mutmain kılmayan ve fıtrata uymayan bir dizi saçmalıklarla yönetiliyorsunuz.

Bizler;

*حَدٌّ يُعْمَلُ بِهِ فِي الأَرْضِ خَيْرٌ لأَهْلِ الأَرْضِ مِنْ أَنْ يُمْطَرُوا أَرْبَعِينَ صَبَاحًا

“Yeryüzünde infaz edilen ilahi bir hüküm (had), orada yaşayanlar için kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır.”[3] diyen Resul Aleyhi’s Selam’ın ümmetiyiz. O halde hiçbir yasasında ilahi bir hüküm barındırmayan ve tamamı ile kul yapısı, eksik, sınırlı olan hükümlerin ne fertlere, ne toplumlara ne de üzerinde insanın yaşadığı hiçbir toprak parçasına hayrı olur. Yarattığını kendisinden daha iyi tanıyan Allah Subhanehu ve Teala onun için en doğru yönetim mekanizmasını oluşturmuştur.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”[4]

Kısaca Hilafet kurumunu rafa kaldıran kapitalist devletler onun vakıasını da akıllardan kazıyıp söktüler. Önce İslami beldelerin merkezi Kudüs’te başlayan sömürge faaliyetleri Ortadoğu’nun neredeyse tamamında etkili bir şekilde devam etti. Kuzey Afrika ve Orta Asya’ya da sirayet eden bu faaliyetler kan ve gözyaşını ümmetin evlatlarına fazlasıyla yaşattı. Sömürge faaliyetlerinin fikri ve siyasi olarak sürdürüldüğü devletler de mevcut. Zira Müslümanlar bir bütün olarak sömürge sarmalına girmiş durumdalar. Hilafet olmadan da bu sarmaldan kurtulmaları mümkün görünmüyor. Çünkü ne savaşlar adil, ne barışlar hakkaniyetli, ne de güçler dengeli? Kalkan kırık, yürekler kurşun geçirmeye müsait, alevler dört bir tarafı sarmış, Resul Aleyhi’s Selam’ın sözleri çınlıyor kulakta:

*إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ

"İmam (Halife) bir kalkandır. Onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur."[5]

Media Monitors isimli Uluslararası televizyon kanalı 31.01.2006 tarihinde Numan Hanif’e ait bir makale yayınladı. Makalenin başlığı yerli kalemşorlara ders ve cesaret verir türdendi: “Hilafet: İslam, dünya düzenine meydan okumaktır.’’ Makalesinde şöyle diyordu: “İslami hareket, Kuran ile uyum sağlayacak şekilde Müslüman topluluklara Batının laik liberalizmine alternatif ideolojik bir örnek olmayı başarmıştır. Hilafetin canlandırılması, bu örnekliğin zirvesini ve Batı tarafından egemenlik kurulan evrensel yapıya meydan okumanın vesilesidir.” Yine yerli işbirlikçi yöneticileri korkularından dolayı utandıracak bir tarzda Noah Feldman 2007 yılındaki makalesinde: “Daha önce çökmüş olmasına rağmen bu asırda İslam şeriatının bir kere daha halk nezdinde yükselmesi İslam Hilafeti’nin başarılı olmasını mümkün kılacaktır.” demiştir. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy 24.08.2007 yılında şöyle dedi: “Kuşdili ile konuşmaya gerek yok. Çünkü bu karşılaşma iddialarına göre moderniteyi ve çeşitliliğin hiçbir şeklini kabul etmeyen, açıklığın her şeklini reddeden, Endonezya’dan Nijerya’ya kadar Hilafet’i kurma rüyalarına sahip olan ‘radikallerin’ istediği bir karşılaşmadır. İslam ile Batı’nın karşı karşıya gelme potansiyeli küçümsenmemelidir.”

Tüm bunları bizim yöneticilerimize de biri anlatsın diyesi geliyor insanın. Çünkü İslam düşmanı müstekbirlerin Hilafetin kurulacağına olan inançları, bizim yöneticilerin Batı’nın mağlubiyetine olan inançlarından çok daha kuvvetli. Onların korkuları bizim lider taifesinin umut ve beklentilerinden daha fazla. Hal böyle iken ümmetin önündeki siyasal engellerin aşılması oldukça zorlaşıyor ve karmaşıklaşıyor.

Hülasa Hilafet yıkılınca Nurullah Genç’in dediği gibi “Haritanın en beyaz noktasına kan düştü.” Peki sonra…

Vuslatın yaklaştığını hissedişimiz karanlığın en koyu halini alışındandır. Zulüm baki değildir, arzulanan değişim yakındır.


[1] Araf Suresi 127

[2] Enfal Suresi 25

[3] İbn Mace Hudûd 3, Nesai Sarîk 7

[4] Kaf Suresi 16

[5] Buhari, 2737; Müslim, 3428; Nesei, 4125; Ahmed b. Hanbel, 10359