İnsanlık tarihinin en büyük problemlerinden biri de kavramları doğru anlamlandıramama problemidir. Kavramlar, aslından alınmadığı ve aslına ait bir tanım üzerinde ittifak edilmediği zaman tarafların her biri kendi tanımını oluşturmakta ve oluşturduğu bu tanımlarla hem kendi hayatını dizayn etmek de hem de bu “nev’i şahsına münhasır” tanımlamalarla başkalarının hayatını, inancını kritik etmektedir.
Örf, gelenek, ahlaki kavramlar üzerinden binlerce tahrifat ve karmaşa olmasına rağmen toplumsal ifsadın en büyük tetikleyicisi; dinler ve ideolojiler üzerinde kasıtlı olarak yapılan tahrifatlardır.
Tarih sayfalarını incelediğimizde görürüz ki galip devletler, erkler; mağlubun sadece maddi mirasını talan ve tahrif etmekle yetinmemiş, aynı zamanda yeniden eski gücüne ulaşmasına ve dolayısıyla kendi bekalarına tehdit unsuru haline gelmesine mâni olmak için esasi kavramlarını da tahrif etmiştir. Bu suretle mağlup ettikleri diğer gücü, yalanlarla toplumların gözünde kötülemişlerdir. Buna mukabil olarak da toplumlarda oluşturdukları bu nefretin karşılığında kendi ideolojilerini süsleyerek, alternatif olarak sunmuşlardır.
Osmanlı Hilâfet Devleti’nin ilga edildiği günden sonra İslam dininin siyaset, yönetim vb. devletsel ve toplumsal hüviyetine yönelik tahrifatlar hız kazanmıştır. Bu tahrifat çalışmaları öylesine incelikle yapılmıştır ki kendini Müslüman olarak kimliklendiren nice kişi, âlim ve/veya cemaat, bu tahrifata âlet olmuşlardır. Özellikle son 100 yıl incelendiğinde gerek Türkiye’de gerek diğer İslam beldelerinde bu duruma nice örnek gösterilebilir.
Durum öylesine vahim bir hal aldı ki İslam’a düşman olan ve Hilâfet kâbuslarıyla kan-ter içinde uyanan Batı, âdeta köşesine çekilmiş, Müslümanların içinde Batı’nın/batılın dili olanların, Müslümanların zihinlerini bulandırmadaki azim ve gayretlerini büyük bir keyifle izlemektedirler.
Özellikle son günlerde, İslam’ın yönetim nizamına/şeriat kavramına ilişkin yinelenen bir saldırıya şahit olmaktayız. Sosyal medya platformlarında “Şeriat” kavramına ilişkin tahrifat propagandasına şahit olmaktayız. İşin ilginç, vahim ve hazin tarafı ise bu tahrifatın ilahiyat profesörleri, İslami çalışmalarda aktif çalışma yapan aktivistler gibi kendini İslam’a nispet edenler tarafından yapılmasıdır.
Geçtiğimiz günlerde bir üniversitenin ilahiyat profesörü tarafından;
“Şeriat gelsin, Şeriat gelsin diyorsunuz da kimin Şeriatı?
-Selefilerin Şeriatı gelse Sufileri keser.
-Sufilerin Şeriatı gelse Selefileri keser.
-İslamcıların Şeriatı gelse hem Selefileri hem de Sufileri keser.
-O ağzınızdan düşürmediğiniz Osmanlının Şeriatı gelse hepinizi keser.
O yüzden oturun oturduğunuz yerde Devlete ayar vermeye kalkmayın…” gibi acayip bir tweet paylaştı.
“Devlet” denilen olguyu kutsallaştırıp ayar vermenin büyük cürüm olarak görülmesinin sebebi, ruhunu sattıkları laik rejimlerin siyasi tahakkümünü ortadan kaldıracak İslami hakimiyetin önüne geçme kaygısıdır. Bu tweet’teki; yüksek perdeden kibirli ifadeleri, hitap ettiği kesime -ki bu kesim, İslam dinine iman etmiş Müslümanlardan oluşuyor- küçümseyici bakış açısını bir kenara bırakırsak, “şeriat” kavramı üzerinde yaptığı kasıtlı çarpıtmayı açık bir şekilde görmek mümkündür. Bir ilahiyat profesörü olarak, imamları yetiştiren bir akademisyen olarak, “şeriat kavramını bilmediğini ve cahilane bir tweet attığını” söylersek, bu yaklaşımı ilgili şahıs bile hakaret olarak kabul eder. Bunlara, “İslamî Hukuk” deyince akıllarına adam öldürme, kafa kesmek geliyor, demek ki. Bu bilgi/sizlik seviyesiyle İslami bir düzende hukuk 1. sınıf öğrencisi olamayacaklar, laik rejimin eğitim kurumlarında “profesör” olabilmekteler maalesef.
Yine bir başkası; “‘Hadi Şeriat ilan edin’ deseler; Süleymancılar, Nurcular, Işıkçılar, Menzilciler, İsmailağacılar, Furkancılar… irili ufaklı binlerce tarikat, cemaat ve görüş “gerçek İslam bizimki, bizim Şeriatımız geçerli olacak” deyip ortalığı kan gölüne boğacaklar…” şeklinde özetlediğimiz bir tweet paylaştı.
Sadece bu iki tweet değil İslami eğitim almış ve İslam kimliğiyle tanınan daha birçokları, farklı lafızlarla benzer garabeti ifade edip paylaşımlar yaptılar.
Bu söylemlerin, öyle cahilane, yüreği yanmış birinin düşünmeden sarf ettiği söylemler olduğunu farz etmek safdillik olur. Bu söylemler bilakis bilinçli yapılan açıklamalardır. Çünkü cahil olanın cehaletten kaynaklanan sözleri, farklı alanlarda da kendini gösterir. Örneğin; günümüz yönetim ve nizamların istisnasız kodları olan, aynı zamanda zulmün, fesat ve ahlaksızlığın membaı olan “laiklik”, “demokrasi” kavramları hakkında da “falanın, filanın demokrasisi, laikliği” gibi eleştirel sözler kullanmaları gerekir. Ama kullan(a)mazlar.
Hâlbuki demokrasi söz konusu olduğunda; Lenin’in, Stalin’in, Hitlerin, ABD’nin, İngiltere’nin, Türkiye’nin, AK P’nin, CHP’nin HDP’nin… demokrasiyi icra etme şekilleri ve kendi çıkarlarına uydurma keyfiyetleri aşikâr olmasına rağmen bu zevat, bu farklılıkların mesuliyetini demokrasiye, laikliğe değil de demokratlara/laiklere yükleme hususunda çok hassas davranırlar. Âdeta kılı kırk yararlar ki demokrasi ve laikliğin bu zulümden berî olduğunu anlatabilsinler ve bunu da, “adaletin gereği olarak yaptıklarını” söylerler.
Faraza bu grup ve devletleri ele alıp demokrasiyi eleştirdiğinizde; “Kişi ve kurumların hatalarını demokrasiye, laikliğe mal etmek doğru olmaz. Kişilerin kendi algıları ve uygulamalarına ‘demokrasi’ denemez. Eleştirilecekse kaynağından, fikirsel olarak eleştirilmeli, şahısların amelleri üzerinden değil!” dediklerini görürsünüz.
El-hak, doğrudur! Aklı başında olan hiç kimse, kişilerin delilsiz ve mesnetsiz davranışlarından yola çıkarak bir sistemi/nizamı/fikri çürütmeye kalkışmaz! Fakat ne hikmetse; söz konusu “şeriat” olunca; demokrasi/laiklik vb. beşerî sistemlere karşı anlayış ve adaletle dolu olan kalpleri birdenbire zalimleşir ve “şeriatı”, kişiler/cemaatler üzerinden kötüleme hadsizliğine kalkarlar!
Bu zevatın söylemleri, bilinçli bir çarpıtmayı amaçlamaktadır. Çünkü onlar da çok ama çok iyi biliyorlar ki şeriat; selefilerin, sufilerin, Osmanlıların, Nurcuların, Süleymancıların, Arapların, Türklerin… hasılıkelam; beşer namına kim ve hangi kurum varsa onların değil yalnız Allah’ın Şeriatıdır. Şeriatın, ismet sıfatına sahip tek temsilcisi de Allah’ın rasulleridir.
Bunu bildikleri halde “Allah’ın Şeriatı” diyemiyorlar da “falanın, filanın şeriatı” diyorlar. Hâlbuki yine bu zevat, “Falanın, filanın demokrasisi olmaz!” diyenlerdir.
Bu garabet söylemi kullanma sebebi yine şeriat kavramını, özellikle ve kasıtlı olarak İslam’dan ayrıştırma çabasıdır. Yine ilahiyat camiasından bazı nasipsizlerin bu minvalde “İslam ayrı Şeriat ayrı. Biz Müslümanız, Şeriatçı değil” gibi sloganik ifadeler kullandıklarını görebiliyoruz. Bu söylemlerin birinci sebebi; elbette ki kasıtlı olarak yapılan ve habis kalplerden sadır olan emellerdir. İkinci bir sebep ise, kimi İslami camiaların şeriat söylemlerinin, mevzubahis zevata yalan üretme zemini oluşturmasıdır.
Bu zihniyetin “Hangi şeriat? Kimin şeriatı?” bağlamında dile getirdiği itirazların ideolojik arka planını siyasi feraset ile irdelediğimizde, bu söylemlerin odak noktası ve nihai amacı; şeriat kavramı etrafında oluşturdukları parçalanmışlık(!) ve kaosa(!) yönelik laikliği mutlak çözüm olarak sunmaları yatmaktadır. Bu kadar farklı kitleleşme ve içtihadi farklılaşmaya yönelik çözümleri, dini hayattan koparmak… Halbuki İslam Devleti’nin ikame edilmesiyle halifenin toplumsal meselelerde yapacağı benimsemeler, çizdikleri hem bu karanlık tabloyu hem de küfri düzenlerini, kanunlarını ortadan kaldıracaktır.1 Bu modernist kafa, laik rejimin emniyet supaplığını yapıp dini, seküler devletlere kurban ve entegre eden kimselerdir. Bu küfri rejimlerin bekası için, Allah’ın dini ve şeriatını uygulanmaz bir sistem, yaşanmaz bir din gibi sunmakla laik rejimlere “hayat öpücüğü” vermektedirler.
İşin bir diğer ilginç yönü ise zaruri bir sonuç ve mutlak bir doğru olarak dayattıkları laik rejimin hiçbir zaman toplumsal barışı ve huzuru temin edememiş olmasıdır. Laik/despot rejimlerin yaptıkları; katliamlar, darbeler, krizler, baskılar, kaoslar ve oluşturdukları; cehalet, ırkçılık, nepotizm, fakirlik, işsizlik, çatışma, terör ve suçlar, saymakla bitmez. Hal böyle iken sorunların kaynağı olan laikliği, çözümün odağı olarak sunmak, pek de tutarlı bir davranış değildir.
Evet, bizler her ne kadar kasıtlı bir saptırma yaptıklarını bilsek de İslami camianın ve Müslümanların bir kısmı üzerinden yaptıkları eleştirilerin de haklı sebeplerinin olduğunu görebiliyoruz. Çünkü -birazdan ifade edeceğimiz üzere- bu saptırmanın zeminini de, argümanlarını da bu zevata sunan -esefle ifade ediyorum ki- “şeriat” kavramını yanlış kullanan ve fırsat bulunca da yanlış uygulayan camiadır. Zira şu hakikattir ki; “Bir hayat görüşünü itibarsızlaştırmanın en etkili ve kalıcı yolu, o hayat görüşünü düşmanlarının iyi eleştirmesi değil; mensuplarının kötü temsil etmesidir.”2
Bugün, özellikle demokratik sistemin içerisinde meşruiyet kazanmaya çalışan fakat aynı zamanda da İslamiliğinden(!) de kopmak istemeyen camia; İslam’ı, demokrasiyle bağdaştırma çabasına giriştiler. Bunu yaparken, özellikle İslam’ın ahlak, ilim vb. beşerî siyaset, nizam ve yönetime doğrudan tehdit olmadığını düşündükleri yönlerine asıldılar. Buna mukabil olarak mevcut demokratik sistemi reddeden ve tehdit oluşturan şeriat kavramını ise farklı anlamlar vermek ve vahiyden koparıp şahsa indirgemek suretiyle yumuşatmaya, ıslah(!) etmeye çalıştılar. Bunu yapamadıklarını fark ettiklerinde ise “nihayetinde İslam dışı bir söylem” olduğunu ifade etmeye başladılar. Diğer bir kısım ise -bu ılıman dürtüye tepki olarak-, -yine kendi yorumlamaları ile- şeriatı, her kesimin korkulu rüyası haline dönüştürmeye çalıştı.
Kimi “şeriat” derken nefsi işleri kastetti, kimi Müslüman kişilerin demokratik yönetimlerini, kimi kendilerinden olmayanın cevaz-ı katlini, kimi de tarihte kalmış ve modern(!) dünyaya hitap etmeyen beşerî bir yönetimi… Bu, ihtilaf ve çarpık anlamlandırmalar öyle bir boyuta ulaştı ki kişisel ibadetlerinde İslam’dan asla ödün vermeyen nice Müslüman, konu şeriat olunca “şeriatçı olmadıklarını” ifade etmeye başladı. Çünkü kişisel ibadetlerinde Kur’an ve Sünnet’i referans alan/almakla mükellef olan Müslümanlar, şeriat mevzubahis olunca; kişileri/camiaları referans kabul edip şeriatı reddetmeye başladılar. Bu hususu, biraz daha açmak gerekirse; Bu zevat, -namazın kaç rekât olduğu, abdestin nasıl alınacağı, hangi elle yemek yemenin müstehap olduğu gibi- ferde ilişkin ibadetlerinde Kur’an’dan ve Peygamber örnekliğinden taviz vermezler/vermediklerini söylerler. Bu esaslara aykırı davrananları eleştirir, “Rasul’e uymamakla” itham ederler. Fakat söz konusu şeriat olunca, şeriatın devlete, topluma ve yönetime hitap eden emir ve nehiylerine gelince; İşid, Gülen, tarikat veya bazı siyasi partileri zikrederek “Bunlar şeriatçılarsa ben şeriatı kabul etmem!” derler. Halbuki namaz ve diğer kişisel ibadetlerde de bahsettikleri gruplarla aynı kaynaktan besleniyor, aynı namazı kılıp aynı abdesti alıyorlar.
Bunun bilinçaltında yatan sebep ise şeriatın, “kanun” olduğu gerçeğini kabullenmenin beraberinde getirdiğini düşündükleri tehlikelerdir. Bu durum da yazının girişinde örneklerini verdiğimiz saldırıların birer bahanesi oldu ve habis yüreklere fasit kelam söyleme zemini oluşturdu.
Bu problemin en büyük müsebbibi ise şeriat kavramının aslına uygun olarak ele alınmamasıdır. Buna götüren gerekçe ise ilmi zafiyet, mevcut devlet erklerinin tehditleri vb. durumlar olarak ifade edilse de mevzubahis şeriat olunca camiaların bu gerekçeleri, içine düştükleri vahim durumu masumlaştırmıyor.
Peki, şeriat, tam ve doğru manasıyla nedir, kimindir?
Şeriat; Şari’in (Kanun Koyucunun -ki Allah’tır-) kullarının fiillerine ilişkin Rasulü aracılığıyla bildirdiği hükümlerin toplamıdır. Bir başka deyişle; Allah’ın emirleri ve Hz. Muhammed’in uygulamalarıyla icra edilen hukuk sistemidir; İslam dininin tamamıdır.
Şeriatın kaynağı, Kur’an ve Sünnettir. Kur’an ve Sünnet de; insanların kişisel, toplumsal ve yönetimleriyle alakalı olarak var olan tüm hükümleri barındıran anayasanın kaynağıdır.
Şeriat; bizleri yaratıp yaşatanın bizlerin yönetilmesi, aramızda hükmedilmesi için indirdiği ilahi kanunlar manzumesidir. İnsanların hayatlarını, kulluk vazifesini Allah’ın razı olduğu eşref-i mahlûkat seviyesine çıkarmanın kanunlarıdır. Hakikat böyle olunca; nasıl ki Müslümanların hataları Kur’an’a mâl edilemeyecekse aynı şekilde Kur’an ve Sünnetten istinbat edilen kanunların toplamı olan şeriata da mâl edilmesi mümkün değildir.
Şeriatın bilinçli bir şekilde hedef alınmasının yegâne sebebi, şeriatın İslam’ın siyasal yönünü ortaya koyması bu sebeple gayri İslami rejimlerin varlığını tartışmaya açıp tehdit etmesidir. Çünkü şeriat; kişinin namazını, orucunu, zekâtını, evliliğini tanzim ettiği gibi ceza sistemini, iktisat sistemini, yönetim sistemini, devletlerarası ilişkilerini de tanzim etmektedir. Zaten sırf bu yönünden dolayı, sırf nizamı tüm yönleri ve detaylarıyla vahye dayandırdığı için beşerî nizamın kanun koyucularının korkulu rüyası olmuştur. Zira şeriatın varlığı, beşerin hükmünü yürürlükten kaldırarak; belirli elit bir kesimin kendi hevasına uygun kanunlar çıkarıp toplumlara zulmetmesine yol vermez.
Bundan sebeple kendi iktidarlarını korumak adına şeriat kavramını, toplumun nezdinde âlim ve aydın olan kişilerin eliyle çarpıtmaya çalışıyorlar. Müslümanlar ve bilhassa İslami camia bu hususta uyanık olmalıdır. Namazın da orucun da ceza, iktisat ve yönetimin de Şeriattan olduğunu bilmelidir. Nasıl ki namaz konusunda Kur’an ve Sünnete uyuyorlarsa yönetimde de şeriatı talep etmeli ve kâmil manada hayata tatbik edecek otoritenin, Râşidî Hilâfet Devleti olduğunu bilmelidirler.
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya hayatındaki cezası ancak rezil rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz değildir.” 3
Daha detaylı bilgi için Hilâfet Devleti Anayasası incelenebilir. https://www.hizb-turkiye.com/Hilâfet-devleti-nin-anayasa-tasarisi_d29.html ↩
İhsan Fazlıoğlu ↩
Bakara Suresi 85 ↩