Fıkıhta İslâm topraklarına saldıran ve Müslümanlarla savaş halinde olan devletler “Fiilî Harbî Devletler” olarak tanımlanır. Örneğin; Amerika ve İngiltere, Irak ve Afganistan'ı işgal ettiklerinde, Rusya Suriye’ye saldırdığında “fiilen savaş durumunda olan devletler” oldular. Bu devletlerle Müslümanlar arasında savaş durumu devam ettiği sürece onlara karşı savaş hükümleri uygulanır. Barış durumunda devam eden ilişikler, savaş durumunda dondurulur.
Bu hüküm Amerika, İngiltere veya Rusya gibi, toprakları geçmişte İslâm toprağı olmamış, kendi toprakları üzerinde egemen olan devletlerle ilgilidir. Ancak toprakları bütünüyle İslâm toprağı olan –“İsrail” gibi- varlıklarla ilgili hüküm, çok daha özeldir. “İsrail”, tamamıyla Müslüman toprağı üzerinde kurulu işgalci bir varlık olduğundan “devlet” olarak tanınamaz. Onunla diplomatik, ticari, askerî hiçbir ilişki kurulamaz. Onunla kurulabilecek tek ilişki, savaş ilişkisidir.
Bu, herhangi bir mezhep, meşrep, bir klik, bir akım veya bir ekolün görüşü değildir. Bu makalenin hacmi, İslâm mezheplerinin görüşlerine uzun uzun yer vermemize imkan vermeyeceğinden sadece Ezher’e bağlı, çeşitli İslâm mezheplerine mensup âlimlerin üyesi olduğu Yüksek Ulema Konseyi’nin 18 Ocak 1956 tarihli fetvasını dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“‘İsrail’le anlaşma şer’an caiz değildir. Zira bu, gasp ettiği topraklarda gasıbı onaylamak, işgalle ele geçirdiği yerlerde mülkiyet iddiasını kabullenmek ve saldırganlığını sürdürmesini sağlamak anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Müslümanların, topraklarını işgal etmiş Yahudilerle anlaşma yapmaları caiz değildir… Aksine hangi ırktan, hangi renkten, hangi dilden olursa olsun vahyin iniş yeri, nebilerin namazgâhı, etrafı mübarek kılınmış olan Aksa topraklarından düşmanı el birliği ile def ederek sahibine teslim etmeleri ve bu uğurda cihat eden mücahitlere silah ve diğer güçlerle yardım etmeleri, bütün Müslümanlar üzerine vaciptir… Her kim bu farziyeti yerine getirmezse, ihmalkâr davranırsa, Müslümanları kendi hallerine terk ederek ümmetin birliğini bölecek ve gücünü dağıtacak şekilde hareket eder, sömürgeci devletler ve Yahudi varlığının bu topraklarda kalıcı olmasını sağlayacak bir adım atarsa o, İslâm nazarında toplumu bölüyor demektir. Kur'an-ı Kerim, düşmanları dost edinme zilletine, kalplerdeki bir hastalığın sebep olduğunu beyan etmektedir:
_[فَتَرَى الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ يُسَارِعُونَ فِيهِمْ يَقُولُونَ نَخْشَى أَن تُصِيبَنَا] “Kalplerinde hastalık bulunanların ‘Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların dostluklarını kazanmaya çalıştıklarını görürsün.”** [Maide Suresi 52]”1
Ezher’in Yüksek Fetva Komisyonu’nun 1956’da verdiği fetva bu. 7 Ekim’den (2023) hemen sonra Dünya Müslüman Alimler Birliği’ne bağlı İçtihat ve Fetva Komitesi, “İslâm Ülkeleri Yönetimlerinin Yükümlülükleri” başlığıyla benzer bir fetva da yayımlamıştı. Herkesçe malum olduğundan ona değinmeyi gerekli görmüyorum.
Bütün bunlardan anlaşılan şu ki, “İsrail”, İslâm devletler hukukunda Müslümanlarla savaş durumunda olan Fiilî Harbî Devletler’den de öte hiçbir şekilde hukuk içinde görülmeyen “gasp edilen topraklarımızda kurulmuş varlıktır!” “İsrail Devleti” değil “Yahudi Varlığı”! Onu devlet olarak tanımak, diplomatik ilişkiler kurmak, elçi atamak, elçilerini kabul etmek gibi diplomatik, siyasi, ticari veya daha başka herhangi bir ilişki kurulamaz. Onunla sadece savaş ilişkisi kurulur.
Kur’an’ın emri gayet açık:
[وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ] “Sizi (yurdunuzdan) çıkarttıkları gibi siz de onları çıkartın.”1
İbn Teymiye, can, mal, namus ve dine karşı saldırı durumunda düşmanı def etmek için savunma savaşının -alimlerin icmasıyla- farz olduğunu ifade eder. Bu mesele o derece önemlidir ki, kendi ifadesiyle “din ve dünyaya yönelik bozguncu bir düşmanın saldırganlığını defetmek, imandan sonra en öncelikli farzdır. Böyle bir düşmanla savaşmak için herhangi bir hazırlık şartı aranmaz. [فلا يشترط له شرط؛ بل يدفع بحسب الإمكان] İmkan ne ise onunla düşman def edilir.” 2
İslâm âlimlerinin bu açık fetvaları ve delilleri, bugün ümmetin yolunu aydınlatmaya devam ederken; ne yazık ki bazı yönetimlerin “delil” edindikleri kaynaklar değişmiş görünmektedir.
Delil, Arapçada “yol gösteren” anlamına gelir.3 Yani size yol gösteren ne veya kim ise o, sizin delilinizdir. Yukarıda aktardığımız İbn Teymiye’nin görüşü ve dayandığı deliller, 8 Aralık tarihine kadar yol göstericiydi. Ne olduysa ondan sonra oldu. Bugün Suriye yönetimine yol gösteren farklı deliller ve kaynaklar mı var, anlamaya çalışıyoruz. 8 Aralık’tan sonra Şam’ı “tavaf merkezi” haline getiren Amerikalı, Avrupalı yetkililer ve bölge ülkeleri, Suriye yönetimine birçok konuda olduğu gibi “İsrail”le ilişkiler konusunda da “yol göstermeye” çalışıyor.
Bu konuda en büyük “delil”in, ABD Başkanı Trump olduğu, Körfez ülkelerini kapsayan gezisinde açığa çıkmış oldu. Suudi Arabistan durağında Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile görüşmesi sonrasında, yaptırımların kaldırılması için Amerikan’ın talep ettiği “Abraham Anlaşmaları”na Suriye’nin katılıp katılmayacağı tartışma konusu oldu.
Normalde bu tartışmaları bıçak gibi kesmek, Müslüman kamuoyunun endişelerini gidermek mümkün. Mesela; Ahmed Şara, Trump’la görüşmesinin ardından yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında, bir daha benzer “iddiaların” gündeme getirilemeyeceği biçimde bir tekzip açıklaması yapabilirdi.
Amerikan tarafı ise kendi kamuoyunda oluşan tereddütleri gidermek için açıklamayı en üst düzeyde yaptı. Suud’tan Katar’a geçerken gazetecilerin “Şara, Abraham anlaşmalarına katılacak mı?” sorusuna Trump, “Şara’nın nihayetinde anlaşmaya katılacağını, görüşmede kendisine bu konuda yöneltilen soruya ‘evet’ cevabını verdiğini” söyledi.4
Bundan bir ay önce Amerikan Kongre üyeleri, Suriye yönetimi ile yaptıkları görüşmeler sonrasında yeni yönetimin “İsrail”’le normalleşmeye olumlu baktığı yönünde açıklamalarda bulundular ve bu da tekzip edilmedi. Amerikan Kongre üyesi, Başkanlık Sarayınızdan ayrılmadan sizin adınıza bir açıklama yapıyor ama siz, bu iddiayı da tekzip etmiyorsunuz. Halbuki bu açıklama doğru değilse devlet ciddiyeti bunu tekzip etmeyi gerektirir.
Aksine Ahmed Şara, Fransa ziyaretinde Macron’la yaptığı basın açıklamasında; “BAE’nin dolaylı aracılığında ‘İsrail’le görüştüklerini” kabul etti. Ümmet kamuoyu tekzip beklerken maalesef tasdik geldi.
Son olarak Antalya’da (15 Mayıs) ABD, Suriye ve Türkiye dışişleri bakanlarının görüşmesi sonrasında ABD’li Bakan Rubio, “Şam’ın yeni liderleri ‘İsrail’ ile barış istiyor.” açıklamasında bulundu. Buna da Suriye makamlarından bir yalanlama gelmedi.
Bunlar gerçek dışı beyanlarsa mesele çok basit:
“Biz asla ‘İsrail’le normalleşmeyeceğiz. Abraham Anlaşmaları’nı reddediyoruz. Şimdiye kadar Amerikan tarafıyla görüşmelerimizde böyle bir yaklaşımımız olmamıştır.” diyebilirsiniz. Böylece ümmet kamuoyunda oluşan endişeler giderilmiş, üstünüzdeki töhmet de kaldırılmış olur.
Devletlerarası ilişkilerde tarafların beyan ve açıklamaları resmî mahiyet taşır. Bunlar haber değil, “siyasi olaylar”dır. Yani haber bültenlerinden değil, bizzat taraflardan kulaklarımızla duyduğumuz açıklamalardır. Tam da burada “Fâsık bir kimse size bir haber getirdiğinde onun doğruluğunu araştırın.” emri ilâhîsi, “Aleni işlenen fıska sessiz kalalım”a dönüşüyor.
Bu mesele, “kişisel haklar” kategorisinde olsaydı, sessiz kalınabilirdi. Ancak bu, Allah hakları ve ümmeti ilgilendiren kamu haklarındandır. Bu tür meselelerde sessiz kalmak, ümmetin en hayati davalarının zayi olmasına neden olur. Filistin davası da bugüne kadar Arap ve bölge rejimlerinin elinde, teviller ve beklentiler arasında zayi olup gitti.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, “Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” buyruğunu tam da bu noktada anlamak gerekir. Zulüm ve haksızlık bazen mümin kardeşten de gelebilir. Onun elini tutarak yanlışına engel olmak da kardeşlik görevidir.
Böylece müminler, kendi içlerinde daima hakkı yüceltecek muhasebe (otokontrol ve denetleme) mekanizmasını çalıştırarak yeryüzünde adaleti ikame edecek modelliği, standartları yakalayabilirler. Haksızlık karşısında sessiz kalmak; hakların çiğnenmesine, emanetlerin zayi olmasına yol açacağı gibi müminlerin insanlığa model olma vasfını kaybetmesine de neden olur.
Bu meselenin öneminden dolayı Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, sözle uyarmanın da ötesinde, engel olabileceğimiz güçlü inisiyatifler almaya yönlendirmiştir: [إِنَّ النَّاسَ إِذَا رَأَوا الظَّالِمَ فَلَمْ يَأْخُذُوا عَلَى يَدَيْهِ أَوْشَكَ أَنْ يَعُمَّهُمُ اللَّه بِعِقَابٍ مِنْهُ] “Şüphesiz ki insanlar zalimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın katından göndereceği bir azabı hepsine umumî kılması yakındır.” 5
Sözün özü: İslâm hukukuna göre Filistin toprakları, mülkü bütün Müslümanlara ait topraklardır. Dolayısıyla “‘İsrail’le normalleşmek”, sadece Filistinlilerin değil tüm Müslümanların kardeşlik hukukunu çiğnemektir. Şayet Ahmed Şara veya diğer yöneticiler, kardeşlik hukukunun ne demek olduğunu bilselerdi, küstah Trump “İsrail”le normalleşme anlamına gelen “Abraham Anlaşmaları”ndan söz bile edemezdi.
İkinci senesine yaklaşan bu kan banyosunun ortasında, Gazzeli kardeşlerinin katilleriyle normalleşmeyi gündemine alabilen yöneticileri normalleştiriyorsanız, hem kardeşlik hem de Allah haklarını; tüm hakları ayaklar altına alıyorsunuz demektir.
Bitirirken: Kardeşlik haklarını yalnızca iktidarda olanların haklarına indirgemek; hakları daima halklar aleyhine, iktidarlar lehine gözetmek, hakların temeline volkan düşürmektir vesselam.