Fıtri olarak her insanda mevcut olan korku ve özellikle konumuz ile alakalı gelecek korkusu, kaygısı çok normal, insani bir histir. Korkusu olmayan, hiç bir şeyden endişe duymadığını iddia eden bir insan profili olması kesinlikle mümkün değildir. Akıl ve duygu sahibi her insanın, mutlaka bir şeylerden korkması, bilmediği, emin olmadığı durumlarda heyecanlanması, terlemesi hatta durumun vahametine göre geceleri uyuyamaması aslında çok normal insani fiziksel tepkilerdir. Bu durumun yanı sıra insanoğlunun en önemli özelliklerinden biri de akıl nimetine sahip olmasıdır.
Aklı hislerine galebe çalan bir birey, hislerinin esiri olmuş olan bir bireyden daha üstün ve güçlüdür. Aklın, hisleri kontrol edebilmesinin yolu, aklın işleyişini bilmek ve onu kullanmaktan geçer. Şimdi şöyle bir eleştiri yapılabilir: “Akıl nimetinin, hisler gibi kişinin etkisi olmaksızın devreye girmesi neden mümkün olmasın? Hislerde, kişinin elinde olmadan değişik ortamlarda devreye giren bir özellik söz konusudur. Dolayısıyla aklın, hisleri kontrol etmesi nasıl mümkün olsun?” Buna verilecek cevap, şu şekilde olmalı: Evet, kişinin akletmediği birçok meselede hislerin vakıanın durumuna göre kişinin elinde olmadan devreye girmesi mümkün. Özellikle bu hasleti içgüdülerin oluşumunda görmekteyiz. Beka (ölümsüzlük) içgüdüsü, bir tehlike anında yani mesela yırtıcı bir hayvan ile karşılaşma anında veya bir hırsızın yolda yürürken çantanızı tutup almaya çalışma anında kişinin hisleri içgüdünün bir sonucu olarak otomatik olarak devreye girer. Yine evlenme çağına gelen bir bireyin hoşlandığı bir kişi ile karşılaşması, nevi (türeme) içgüdüsünün bir neticesi olarak otomatik olarak devreye girer. Lakin bu durum, akıl nimeti için bu şekilde değerlendirilemez. Neticede aklın işleyebilmesi yani devreye girebilmesi için kişin beyninde ilişkilendirecek iki malumatın olması gerekmektedir. Bu malumatlar yani önbilgi ile vakıadan hisleri ile elde etmiş olduğu bilgiler, ilişkilendirilirse akıl nimeti devreye girer. Lakin bu genelde hayvanlarda da olan hissi idrak ile karıştırılmakta. “Hissi idrak”, dediğimiz gibi hayvanlarda da olan bir idraktir. Örneğin; yakıcı bir nesne veya ateş ile karşı karşıya kalan bir canlı (insan veya hayvan) kesinlikle uzaklaşma ve dikkatli olma refleksi gösterir. İşte bu, hissi idraktir ve akletmekle bir alakası yoktur. Akletme ise ilişkilendirme ile olur ve bunun olması için iki malumat gerekir. Malumatlar eksik olur ise veya ilişkilendirme gereği duymaz iseniz, koyun gibi yaşar koyun gibi ölürsünüz. Aklın en öncelikli fonksiyonu hiç kuşkusuz varlığı anlamak ve idrak etmektir. Dolayısıyla aklı devreye sokan kişi bunu kesinlikle hayat, hayat öncesi ve hayat sonrası ile alakalı sorular üzerinden yürütür. Bu, aklını kullanan bir kişi için kesinlikle sorgulaması gereken bir alandır. Yani akıllı olduğunu iddia eden fakat Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın varlığını kabullenmeyen kişi kesinlikle “akıllı” değildir ve akıl nimetinden de beridir.
Dolayısıyla akıl yolu ile yaratıcıyı, onun elçisi ve risaletini anlamamış olan bir fert, kesinlikle hislerinin esiri olacaktır. Tahkiki (akli) imana sahip olan kişi ise hayatın tüm sorunlarına çözüm sunmuş olan İslâm üzerinden huzurlu ve mutlu bir hayat sürecektir. “Mutlu ve huzurlu” derken çok zengin, hiç hasta olmayan veya sıkıntılara maruz kalmayan bir kişiyi kastetmiyorum. Kastım; bu kişinin, hayat hakkında gereği gibi akletmiş ve her şeye kadir olan yaratıcıya akli sorgulama ile ulaşmış olması sonucunda; aklı tatmin eden, kalbe güven veren ve yaratılışa uygun çözümlere sahip olduğudur.
Gelelim, başlığımızdaki özellikle gençlerin gelecek kaygısı veya korkularına… Özellikle Türkiye’de yani İslâmi bir anlayışın her geçen gün daha da zayıfladığı bir ortamda -vakıanın olumsuz olması nedeni ile- gençlerin gelecek endişesi duymaları fıtridir. Türkiye’de hatta dünyanın hiçbir yerinde Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın emretmiş olduğu üzere bir devlet mevcut değildir. Hâl böyle olunca, Türkiye de dünyanın kalanı gibi kapitalist ekonominin hüküm sürdüğü; zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapan bir uygulamayı hayata geçirmektedir. Yine burada, “adalet” diye bir şey yoktur; aksine “güçlü olan, güçsüz olanı yutar” anlayışı hâkimdir. İnsanların en temel ihtiyaçlarına bile çare olamayan bilakis kişilerin bu en temel ihtiyaçlara sahip olabilmek için bile ailede birden fazla kişinin 10-12 saat çalıştığı bir sistemden bahsediyoruz. 25-30 yaşına kadar okumuş lakin iş bulamayan ve dolayısıyla evlenemeyen, ayakları üstünde duramayan bir gençlik profili karşımızdaki…
Peki, hiç de yersiz olmayan bu gelecek kaygısından kurtulmak mümkün mü? Elbette mümkün! Tüm bu ve benzeri sorunlardan kurtulmanın, endişelerden sıyrılmanın hiç kuşkusuz bir çözümü vardır. Bu çözüm, özetle akıl nimeti ile yaratıcıyı bulmuş ve bu şekilde hayatın anlamını idrak etmiş olan kişi için hazır ve nazırdır. Yani Allah’a gereği gibi iman etmiş olan bir genç, kesinlikle dünya kaygısı duymaz, duyamaz! Çünkü onun kaygısı uhrevidir; Allah rızasına ulaşmaktır. Dünya nimetlerinin geçici olduğunu bilmek ve rızkı tayin edenin Allah Subhanehu ve Teâlâ olduğunu idrak etmek, hiç kuşkusuz insanı rahatlatacaktır. Bununla alakalı olarak; 24 yaşında Müslüman olan ve takriben 28 yaşlarında Uhud Savaşı’ndan dört ay sonra Mekke’de idam edilerek şehit edilen Ensar’dan Hubeyb bin Adiyy örneğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Dünya hayatının ne anlama geldiğini çok iyi idrak etmiş olan bu güzide sahabe, dünyada verilebilecek en değerli nimeti yani canını derin bir sabır ve tam bir tevekkül içinde verebilmiştir. Üstün ve vakarlı duruşu ile şehit oluşunu sizler ile paylaşmadan önce kısaca hadisenin evvelini size anlatmak istiyorum:
Uhud Harbi’nde Mekke’nin takriben 70 km güneyinde bulunan Lihyanoğulları, kendi kabilelerinden ileri gelenleri öldürüldüğü için Müslümanlara karşı çok şiddetli bir kin besliyorlardı. Aynı zamanda Mekke’nin ileri gelenlerinden olan bazı ailelerin de Sahabeden bazılarına yüzlerce deve vereceklerini duyunca Adal ve Kare Kabilesinden bir grup, Müslüman olduklarını söyleyerek Rasulullah’a müracaatta bulundular: “Ya Rasulullah! İslâm kabilemiz arasında yayılmaya başladı. Ashabından birkaçını bizimle gönder de bize Kur’an öğretsinler, İslâm’ı anlatsınlar.” Amaçları, Rasulullah’ın göndereceği sahabeleri derdest ederek esir olarak Kureyşlilere satmaktı. Nitekim Rasulullah yedi sahabe görevlendirdi. Bu yedi sahabeden beşi şehit edildi ikisi ise Mekke’ye satıldı. Bu iki sahabeden birisi; Hubeyb bin Adiyy RadiyAllahu Anh, diğeri ise Zeyd bin Desinne RadiyAllahu Anh idi. Hubeyb Hâris bin Âmir’in çocuklarına yüz deve karşılığında satıldı. Haris’in üvey kardeşi Huceyr de, Hubeyb’i cariyesi Maviye’nin evine hapsetti. Gayeleri, bir müddet işkence yapıp eziyet çektirdikten sonra büyük bir törenle herkesin önünde şiddetli bir şekilde öldürmekti.
Hadisenin burasında konumuz ile alakalı bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Hubeyb, Kur’an öğretmek amacı ile yola çıkmıştı lakin öldürülmek üzere Mekke’ye satıldı. Bir rivayete göre bir aya yakın ölümü beklediği söylenmekte. Genelde aç ve susuz bırakıldığı bilinmekte ve özellikle bir ay boyunca ona “ölüm korkusu” empoze edilmekteydi. Bu durumla alakalı Arapların şu atasözü yerinde olacaktır: “el intizar eşeddü minen nar” yani “beklemek ateşten şiddetlidir.” Buna rağmen Hubeyb RadiyAllahu Anh gelecek korkusu duymadı; bilakis o günü adeta iple çekti. Hatta sonradan Müslüman olan Maviye, Hubeyb’in şehit edilmeden önceki isteğini şu şekilde aktarıyor: “Bana tatlı su içirip putlar adına kesilmeyen hayvanların etinden yedirmenden ve bir de beni öldürecekleri günü önceden haber vermenden başka senden bir şey istemiyorum.” Devamında Maviye şunları söyledi: “Hubeyb’in öldürüleceği gün kararlaştırılmıştı. Vallahi, ölüm haberini duyunca onun yüzünde zerre kadar bir üzüntü, durumunda en küçük bir endişe görmedim. Sadece ölmeden önce vücut temizliğini yapmak üzere benden emanet olarak bir ustura istedi. İsteğini yerine getirdim.”
Bu güzide sahabe adeta düğüne gidercesine temizliğini yaptı ve öylece idam edileceği yere getirildi. Müşrikler, Hubeyb’i tutup darağacına bağladılar. Yönünü ise Medine’ye çevirdiler. Belki ölümden korkar da inancından vazgeçer düşüncesiyle son olarak şu teklifte bulundular: “Muhammed’in dinini terk et, sana eman verip serbest bırakalım!”
Böyle bir teklif Hubeyb’in hiç umurunda olmadı. Bunu kabul etmek yerine vakur bir sesle gürledi: “Hayır, vallahi dinden dönmem! Hatta bütün dünyayı da bana verseniz vazgeçmem!” Alay dolu bir teklif daha yaptılar: “Doğru söyle: şimdi senin yerine Muhammed’in öldürülmesini, kendinin de evinde çoluk çocuğunun arasında sağ salim yaşamasını isterdin, değil mi?” Kalbi Peygamber sevgisiyle dolup taşan Hubeyb’in verdiği cevap canileri ürküttü: “Vallahi, Peygamberimin ayağına bir diken batmasındansa, canımdan olmaya razıyım.” Daha sonra şöyle devam etti: “Allah yolunda olunca, hayatımın hiçbir ehemmiyeti yoktur. Vallahi, ben imanımdan dolayı öldürülecek olduktan sonra, vurulup hangi yanım üzerine düşersem düşeyim, gam yemem. Çünkü bunların hepsi Allah uğrunadır. O dilerse parça parça olan vücudumu feyze eriştirir.”
Hubeyb, onlara içten gelen bir beddua etti: “Allah’ım, Kureyş müşriklerini mahvet! Topluluklarını darmadağın et! Birer birer canlarını al, hiçbirisini sağ bırakma!” Bu beddua, Ten’im mevkiinde yankılanınca müşriklerin kimisi kulağını tıkadı, kimisi yere kapaklandı. Daha sonra günlerce müşrikler arasında bu beddua çalkalandı durdu. Hubeyb’in imanındaki sebatını ve kararlılığını gören müşrikler, Uhud’da babaları öldürülen eli mızraklı kırk gence hücum emrini verdiler.
Dört bir yandan fırlatılan mızraklar Hubeyb’in vücuduna batıyordu. Bağlandığı ağaç kımıldayınca yüzü Kâbe’ye döndü. Hz. Hubeyb’in bu duruma sevindiği hissedilmişti. Hâlâ dua ediyordu: “Allah’ım, eğer ben Senin katında hayırlı bir kul isem, yüzümü kıbleden başka tarafa çevirme!” diyordu. Artık kimse ondan sonra yüzünü çeviremedi. Ruhunu teslim edeceğini anlayan Hubeyb, son olarak Rasulullah’a selâm göndermek istedi. Fakat orada selâmını ulaştıracak kimsecikler yoktu. “Allah’ım, Sen bize Rasulü’nün peygamberliğini tebliğ ettirdin. Bize reva görüleni de sabahleyin o Rasulü’ne eriştir. Allah’ım, selâmımı Rasulü’ne ulaştıracak kimseyi bulamadım. Ne olur, selâmımı Sen ulaştır!” diye niyazda bulundu.
Peygamberimiz o sabah sahabeleri ile sohbet ediyordu. Birden üzerinde vahiy hâli belirdi; “Ve aleykumselam” dedi. Sahabiler, “Kimin selâmını aldın, ya RasulAllah?” diye sorunca, Peygamberimiz, “Kardeşiniz Hubeyb’in selâmını… Müşrikler onu şehit etti!” buyurdu.
İşte bu sahabenin hayatında da görüldüğü üzere iman sahibi olan bir kişinin kesinlikle gelecek korkusu ve endişesi olmaz, olamaz. Tek duyduğu endişe, Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya gereği gibi bir kulluk yapıp yapmadığıdır. O, dünya endişelerini imanı ile çözebilmektedir. Her şeyin bir sonunun olduğunu bilmesi ve kapitalist nizamın bir neticesi olarak karşı karşıya kalmış olduğu maddi ve manevi sıkıntılar, onun için bir imtihandan öteye geçmez. Allah’a tevekkül eden bir Müslüman için en geç ahirette bunun mükâfatını alacağını bilmesi, onu güçlü kılacaktır. Rabbim imanın esaslarını idrak eden ve o istikamette yaşayan gençlerin sayısını çoğaltsın! (Âmin)