Yakın bir zamanda Yahudi varlığına petrol sevkiyatının yapılması, limanlardan halen mal taşınması karşısında azimli bir duruş sergileyen, neredeyse her eylemde yer alan bir arkadaşımla Gazze meselesini konuştuk. “Sizi anlayamıyorum. ‘Ordular Gazze’ye!’ söylemi bana çok ütopik geliyor” dedi. Anlatmaya çalıştım ama anlamadı…
Anlamadı çünkü düşünme şeklimiz, olaylara bakış açımız farklıydı, farklılaşmıştı. Sonra Gazze eylemlerini şöyle bir gözden geçirdim ve Avrupa’da, ABD’de yapılan eylemlerle Türkiye’deki eylemleri kıyasladım. Mesela; İspanya’da yüz bin kişinin katıldığı bir eylemde ellerinde Filistin bayrağı olan göstericiler şu pankartları taşıyordu:
“‘İsrail'e boykot”, “Bu bir savaş değil, soykırım”, “Katil Netahyahu”, “Özgür Filistin”, “Adalet”, “‘İsrail’ vuruyor, ABD ve AB sponsorluk yapıyor”.
Göstericilerin okuduğu açıklamada ise “derhal ve kalıcı ateşkes” çağrısı yapılırken “İsrail”in Gazze Şeridi'ndeki işgal ordusunu çekmesi, “İsrail” devletinin Filistin halkına uyguladığı soykırıma son vermesi, Gazze'ye uygulanan ambargoların kaldırılması, “İsrail” ile silah ticaretinin durdurulması ve bu ülkeye ekonomik yaptırımlar getirilmesi isteniyor; İspanya hükümetinden “İsrail” ile tüm siyasi, diplomatik, ekonomik, kültürel, sportif ilişkileri kesmesi talep ediliyordu.
Peki, Türkiye’de Müslümanların yaptığı eylemlerde bunlardan farklı bir şey söyleniyor mu? Bu taleplerden farklı bir talep var mı? Ben göremedim…
Şimdi, o direniş ruhlu arkadaşıma geri dönelim. Kendinin bunu İslâm adına yaptığına eminim. Ancak Gazze meselesine Batılı halklar ile aynı zaviyeden bakması, aynı söylemleri paylaşması “anlamlı” dururken, şer’i hükümlerden çıkartılmış bir söylem ona “anlamsız” geliyordu. Rasulullah’ın kullandığı hadislerle sabit olan kelime-i Tevhid bayrakları dururken İngiliz icadı “Arap isyan bayrağını” Filistin bayrağı sanıp dalgalandırmakta bir beis görmüyordu. Garip olan tam da buydu!
Aslında aynı şey, Suriye’de yaşananlar için de geçerlidir. Biz, “Esed’i deviren Müslümanların, şer’i hükümlerle yönetilecek bir devlet ilan etmesi, Batı’nın şeytansı tuzaklarına düşmemesi, ABD ve bölgedeki işbirlikçilerinden uzak durmaları gerektiğini” söylediğimizde, bazı Müslümanlar bu söylemleri “düşmanımsı” buldu ve “haset” olarak algıladı. Onlara göre “her şeyin bir zamanı vardı”, “gerektiğinde ABD ile bile masaya oturulabilir”di. “Önemli olan Müslümanların maslahatıydı” ve “Hudeybiye”, bunun deliliydi. Emri bil maruf ve nehyi anil münker çerçevesinde bir şeyler anlatmak isteyenler azarlandı ve “Müslüman kardeşlerinin yaptıklarını hayra yormaları” istendi. Adeta onlara “dokunulmazlık zırhı” giydirildi. Ne de olsa “onlar cihat ehliydi”; “cihat etmeyenler cihat edenlere nasihat edemez”di.
Nasıl böyle farklılaştık? Gelişmeleri nasıl böyle farklı değerlendirebiliyoruz? Bu durumu “içtihat farklılığı” ile açıklamak mümkün değil, zira ortada iki farklı içtihat yok. Aksine iki farklı bakış açısı var. İşler buraya nasıl geldi, bunu anlamak için biraz geriye, Osmanlı Hilâfeti’nin yıkılış dönemlerine gidelim:
Batı dünyası, içinde bulunduğu karanlık çağdan “Aydınlanma Düşüncesi” ile kurtulmuş ve görece bir kalkınma gerçekleştirmişti. Ardından, “din adına insanı pranga altına alan fikirlerden kurtularak, akıl ve bilimi kendisine rehber edinerek kalkındığını” iddia etti. Bu iddia o kadar güçlü bir şekilde dile getirildi ki Müslüman siyasetçi ve âlimler, bu iddia altında adeta ezildi. Bu eziklik psikolojisi onları, İslâm’ı savunmaya itti. “Aslında İslâm’ın, Batı dünyasının ‘kalkınmanın temeli’ olduğunu söylediği değerler ile uyumlu olduğunu” söylemeye başladılar.
Dönemin etkin isimlerinden Afgani şöyle diyordu:
“Kur’an’ın hakiki ruhu, özgürlükçü ve çağdaş düşüncelerle uyum içindedir. Şimdiki düzensizlik, kesinlikle İslâm’ın kanunlarına ait değildir. Bunlar bilgisiz ve cahil tefsircilerin İslâm’a yaptığı eklemelerdir. Tarihsel evrim ve gelişim, onların bu yanlışlarını düzeltecektir. Görülmektedir ki; bir Müslüman aydın ve düşünür, Avrupa demokratik düşüncelerine tamamen aşina olursa, Kur’an’ın öğretisine dayanarak halkı çağdaş gelişim ve demokratik düşüncelerle tanıştırabilir.”
İngiliz ajanı Afgani’nin izinden giden Reşid Rıza ise bir adım daha atarak tam da Batı düşünce tarzına uygun olacak şekilde aklı ön plana çıkartıyordu. Oysa akıl, sadece akide konularında hüküm verebilir. Muamelat, aklın hakem vazifesi göreceği bir alan değildir. Buna rağmen o şöyle diyordu:
“Muamelat sahasındaki hükümler, esas itibariyle aklın teemmül, düşünce, inceleme ve mukayese yoluyla faydasını anlayabileceği hükümlerdir. Ancak akıl, birtakım zaaflarla malul olduğundan ve bazen hevasına uyduğundan, hataya ve sapkınlığa meyyal olabilmektedir. Bu sebeple şeriat, bu kısım için cüzi ahkâmın temelini oluşturacak ve gerektiğinde müracaat edilebilecek genel kaideler vaz etmiştir. Bu genel ilkeler akla yol gösterici olacaktır.”
1876 yılında yürürlüğe giren Mecelle, bir ihtiyaçtan öte Batı düşünce tarzı karşısındaki ezikliğin bir neticesidir. Tanzimat Fermanı’yla başlayan daha sonra Afgani, Abduh ve Reşid Rıza’nın öncülük ettiği reformistler, “İslâm’ı modern hale getirmek için” birçok kaideler ortaya attı. İşte o kaidelerden bazıları:
-Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir.
-Müslümanların güzel olarak gördüğü şey Allah katında da güzeldir.
-Maslahat neredeyse şeriat oradadır.1
-Örf ile tayin, nas ile tayin gibidir.
Nitekim Reşid Rıza’ya göre; “Siyasi ve medeni işler”, “mefsedetin defi, maslahatın hıfzı” esasına dayanmalıdır.
Tüm bu kaideleri ve hükümleri ortaya koyarken İslâm şeriatının hüküm kaynaklarına müracaat etmediler. Şer’i kaide yerine akli kaideler ortaya koydular. Sonra da bu kaideleri destekleyecek delil aradılar; nasları tevil ettiler. Bu yetmedi; “makasıdü’ş şeria” yani “şeriatın maksatları”na el attılar ve aslından kopartarak kendi fasit görüşlerini destek için kullandılar. Şöyle dediler:
“Bu dinin en önemli icaz yönü ve mükemmelliğinin göstergesi, varit olan nasların her zaman ve mekanda beşerin maslahatlarıyla uyum içerisinde olmasındadır.”
Yaklaşık iki yüz yıl önce atılmaya başlanan bu tohumlar, zamanla meyvelerini verdi. Batı hayranı modernistlerin düşünme tarzı, Müslümanların kahir ekseriyetinin düşünme tarzına dönüştü. Birçok âlim, kanaat önderi, cihadist, aktivistin fikir dünyası zehirlendi. Artık şer’i hükümlere bağlanmak, ibadetlerle sınırlı hale getirildi. Muamelat konuları, maslahat esasına dayandırıldığı için nas dahi aranmadı. Ne de olsa; “maslahat neredeyse şeriat orada”ydı. Devletler arası ilişkilerde ise tıpkı Reşid Rıza’nın dediği gibi; mefsededin def’i maslahatın hıfzı esas alındı. Ne kırmızı ne de sarı çizgi kaldı. Bir olay karşısında tavır belirlerken başvuru kaynağı şer’i hükümler olmaktan çıkartıldı. Vakıa ve şartlara teslim olundu. Her kapıyı açan maymuncuk işlevine sahip sihirli kelime ise “Müslümanların maslahatı” idi.
İslâm’ı öylesine açık hale getirdiler ki herkes aradığı hükmü bulmakta zorluk çekmiyordu. AK Parti Grup Başkan Vekili Özlem Zengin’in çok rahat bir şekilde; “Ahirette ne olacağına Allah’ın karar verdiği gibi burada ne olup biteceğine millet karar verecektir. Ben, AK Parti’nin inşasından beri varım. Başka hiçbir partide de çalışmadım. AK Parti var oldukça başka partide olmayacağım. Binlerce kadın ve erkekten destek mesajları, telefonları aldım. Biz yanlış bir şey yapmıyoruz; Allah’ın emirlerine aykırı bir şey yapmıyoruz.” diyebiliyordu.
Ölümü, yaralanmayı, esareti göze alarak “Cihat” edenler ile kapitalist siyasi partilerde şatafatlı bir hayat sürerek “İslâmi(!) mücadele” yürütenler aynı safta; “maslahat neredeyse şeriat oradadır” diyenlerin safında birleşti.
Ezberletilmiş akli kaidelerden kurtulup İslâm’a baktığımızda görürüz ki; İslâm, kişinin kendisi ile, yaratıcı ile ve diğer insanlar ile aralarındaki ilişkileri düzenler. Dolayısıyla maslahatın belirleyicisi de akıl, nefis, iç güdü değil İslâm’dır. Mesela; savaş insanların hoşlanmadığı bir şeydir. Zira onda ölmek ve öldürmek vardır. Rabbimiz ise şöyle buyurmuştur:
[كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ ۖ وَعَسَىٰ أَن تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ ۖ وَعَسَىٰ أَن تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ ۗ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لَا تَعْلَمُونَ] “Savaş, hoşunuza gitmemekle birlikte üzerinize farz kılındı. Bir şeyden hoşlanmadığınız halde o sizin iyiliğinize olabilir. Bir şeyi de sevdiğiniz halde o sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.”2
İnsan, maslahatın nerede olduğunu bilemez. Maslahatı belirleyen de ancak Allah’tır. Şer’i hüküm; Şâri’in kulların fiilleriyle alakalı hitabıdır. Bir hükmü şer’i olarak sıfatlayabilmek için o hükmün Şâri’in hitabından olduğunu kanıtlamak gerekir. Kur’an, Sünnet, sahabe icması ve şer’i kıyastan başka Şâri’in hitabı yoktur. Bu, yaklaşık 1450 yıldır İslâm’ın esasıdır.
Buna rağmen “her şart ve durumda Müslümanların şer’i hükümlerle mukayyet olduğunu” söyleyenler, “soğuk savaş artığı”, “zamanı okuyamayan”, “katı” olarak lanse edilip marjinalleştirildi. Her ne olursa olsun zaman, “esnek” olma zamanıydı.
Oysa tarih, esnekliğin cezasını hep kesmiştir. Fikir ve metodunda şer’i hükümleri esas almayan kitleleşmeler yok olmuş, yolundan sapmış, başkalaşmış, sistem içinde eriyip gitmiştir. Fikir ve metottan yoksun oldukları için zamanla “sistemi değiştiremeyeceğini” kabul etmiş, “B planını” devreye sokarak sistem içinde “Müslümanca yaşama” evresine geçiş yapmıştır.
Bu laik kapitalist sistemin içinde eriyip gitmemek için tek sığınağımız, İslâm’ın fikrî liderliğidir. Fikrî liderlik; hayata dair tüm fikirlere ve insanlar arasındaki tüm ilişkilerin üzerinde kurulduğu her bir fikre, liderlik eden fikirdir. İnsanların yaşam tarzlarını, hayata bakış açılarını, eşyalar ve vakıalar üzerine nasıl hüküm vereceğini belirleyen, fikrî liderliktir.
İslâm’ın fikrî liderliğine sahip olmadan alınan kararlar, verilen hükümler, yapılan ameller “salih”; kitleleşmeler ise “sahih” değildir. Bu öyle bir fikrî liderliktir ki hak ve batılı, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, düşmanı ve dostu, hain ve kahramanı birbirinden bariz bir şekilde ayırmamızı, sömürgecilerin zihinlere çizdiği “ulus-devlet” sınırlarını kaldırarak dünyadaki siyasi gelişmeleri duygusallıktan uzak, isabetli bir şekilde değerlendirmemizi, sömürgeci kafir devletlerin İslâm ümmeti üzerindeki hain planlarını, bu planları uygulayan işbirlikçileri görmemizi… kısacası; diğer ümmetler arasından çıkartılmış en hayırlı ümmet olmamızı sağlar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
[اتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّهِ] “Müminin ferasetinden sakının. Zira o, Allah’ın nuruyla bakar.”3
Mümine feraset, izzet ve şeref kazandıran şey, İslâm’ın fikrî liderliğidir. Ümmetin uzun zaman önce yitirdiği ve kendisini yitirmesinden dolayı hızla çöküşe sürüklendiği, bugün bu anlayışı tekrar kazanamadığı taktirde kalkınmayı gerçekleştirmesinin mümkün olmadığı şey de işte budur.