Sonda söyleyeceğimi başta söyleyerek konuya giriş yapmak istiyorum: Türkiye ekonomisi geldiği nokta itibariyle tam bir ekonomik çıkmazdadır. Köklü bir değişiklik olmadığı müddetçe –ki o İslâm’ın iktisat sistemidir- birilerinin müdahalesi ile düzelebilecek çizgiyi çoktan geçmiştir.
Bir tarafta döviz kurları, diğer tarafta ekonomik dengeler hükümeti, “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” noktasına getirmiştir. Yapabileceği çok bir hamlesi olmayan hükümet, çözümü ise faiz oranlarını indirmek ve çıkarmakta aramaktadır. Bu amaçla Merkez Bankası, Para Politikası Kurulunun dün gerçekleştirdiği toplantı sonrası politika faizini 100 baz puan düşürerek %18 seviyesine çekti.
Politika faizi nedir?
Merkez bankalarının resmî faiz oranları yoluyla para arzı ve kısa vadeli faiz oranları üzerinde kontrol yeteneği vardır. Merkez bankaları, bankaların ihtiyaç duyduğu likiditeyi sağlamak için bankalara verdiği kısa vadeli borçların ve fazla likiditeyi çekmek amacıyla yaptığı borçlanmanın faiz oranlarını kendisi belirler. Merkez bankaları bu faiz oranını belirleyerek iktisadi faaliyet ve fiyatlar genel seviyesini etkilemeyi amaçlamaktadır. Bu nedenle bu faiz oranına “politika faiz oranı” denilmektedir.
Esasında sorunun temelinde faizin bizzat kendisi vardır. Faize dayalı para politikası ülke ekonomilerini sömürmekte, serveti bir avuç kapitaliste aktarmaktadır. Faiz oranları düşse de yükselse de kazanan bir avuç zengin zümredir. Zira faiz ile DİBS (Devlet İç Borçlanma Senedi) arasında ters orantılı bir ilişki mevcuttur. Faiz yükselirse DİBS’nin değeri düşer, faiz düşerse DİBS’nin değeri yükselir. 901 milyar liralık DİBS’yi elinde tutanların bankalar olduğunu düşünürsek faiz indiriminden kazanan yine bankalar yani para sahipleri olmuştur. Kaybeden ise DİBS ödemesi için vergi ödeyenler yani halkımız olmuştur.
Tüm bunların üstüne, “itibardan tasarruf olmaz” anlayışı ile lüks kamu harcamaları yapan yöneticiler ekonomik krizi çok daha derinleştirmektedir. Tüm dünya hâlen 2008’de yaşanan ABD merkezli küresel krizin etkisindedir. Bu tarihten sonra dünya üzerinde ekonomik ve siyasi anlamda güç dengeleri değişmiştir. Ekonomisi güçlü olan ülkeler bu süreci çok daha hafif geçirirken, Türkiye gibi ülkelerde bu süreç çok daha sarsıntılı olmuştur.
Türkiye esasında çok büyük potansiyeli olan bir ülkedir. Gerek coğrafi konumu, gerek iklim koşulları, gerekse genç nüfusun çok olması Türkiye’nin en büyük zenginlikleridir. Bugün Avrupa’da yaş ortalaması çok yüksek olduğu için gereken işgücü temini için emeklilik yaşı uzatılmıştır. Birçok Avrupa ülkesi Avrupa Birliği sayesinde ayakta kalmaktadır. Bu birlik dağılsa ekonomik yönden çökecek onlarca ülke var. Fakat Türkiye’de durum böyle değildir. Doğru bir yönetim nizamı ve doğru bir iktisat sistemi ile şu anki nüfusunun 3 katına kadar kendi kendine yetebilecek bir ülkedir. Fakat sahip olduğu bu potansiyel, bir asır önce alınan kararlar ve politikalar neticesinde kendi inisiyatifinde bile değildir. İşte bakın; stratejik olarak 2 adet boğaza sahip olmamıza rağmen, tarım ve hayvancılık alanında muazzam bir iklime sahip olmamıza rağmen, sanayi tesisleri ve özellikle genç nüfusun oluşturduğu işgücüne sahip olmamıza rağmen bu kadar dışa bağımlı bir ülke olunması aklın alacağı bir şey değildir.
Cumhuriyet tarihi boyunca her görüşten iktidar başa gelmesine rağmen, ülke serveti bir avuç sermaye sahibi yöneticiye akmış, halkın geneli ise fakir ve zor bir hayatı kabullenmeye mecbur bırakılmıştır. Dün CHP zihniyeti, en temel ihtiyaçlar için bile halkı kuyruklara mahkûm etmişti, bugün ise AKP halkı bankalara mahkûm etti. Ekonomi adına yaptıkları tek şey bankaları güçlendirmek, kredi vermek suretiyle halkı bankalara borçlandırmak. Son yıllarda en çok kâr eden 10 şirkete bakın 6 tanesi bankalardır.
Sonuç olarak krizin asıl kaynağı faizli bankacılık sistemidir. Hâlen çözümü faiz de aramak, krizi daha da derinleştirdiği gibi halkı avutmaktan başka bir şey değildir. Akli bir bakış ile bakan kişi bile faizin zararını tüm boyutları ile görmekteyken, bir Müslümanın bakması gereken şer’î bakışa göre zaten faizin her türlüsünden, büyüğünden ve küçüğünden kaçınılması gerekir.