Yeryüzünde İslami yönetimlerin izale edilmesinden sonra halk ile yöneticiler arasında uçurumlar meydana geldi. Ümmet başka bir vadide, yöneticiler ise başka bir vadide seyrediyorlar. Halk, İslami hassasiyet ve bağlılıkları ile ön plana çıkarken İslam beldelerindeki yöneticiler ise İslam’a ait olan ne varsa hayattan silen Batı’ya ve ona ait olan fikre/nizama olan bağlılıkları ile ön plana çıkmaktadır. Peki, İslam beldelerindeki yöneticiler ve halk arasındaki bu farklılık neden kaynaklanmaktadır? Bu sorunun cevabını, Malcolm X'in “Tarla zencisi-Ev zencisi” kavramsallaştırması bağlamında ele alıp vakaya farklı bir perspektiften baktığımızda bulabileceğimize inanıyorum.
Bir konuşmasında “iki türlü zenci” olduğunu belirten Malcolm X, bu ayrımı; zulmeden, sömürgeci, müstekbir beyazlara karşı siyahilerin mücadelesinde en büyük engellerden birinin kendileri gibi olan fakat kendilerinden olmayan, benliğine ihanet eden kişiler ile bu haklı mücadelede kendi benliğinden sıyrılmamış kişileri ifade etmek için yapmıştır.
Quentin Tarantino'nun yazdığı ve yönettiği, 2012 yapımı Zincirsiz (Django Unchained) filminde Samuel L. Jackson’ın canlandırdığı “ev zencisi” olan “Stephen” karakteri de bu kavramı tüm yönleriyle gözler önüne seriyor.
Malcolm X’in konuşmasında tasvir ettiği ev zencileri, İslam beldelerindeki yöneticiler; tarla zencileri ise halktır.
Ev zencisi sahibine iyi bakardı ve tarla zencilerini dizginlerdi. Çünkü ev zencilerine daha iyi koşullar sağlanmış, daha iyi yemekler verilmişti. Ev zencileri, bütün bu “nimetler” karşılığında efendisine koşulsuz bir şekilde itaat ederdi.
İslam beldelerindeki yöneticiler, sömürgeci efendilerinin bir dediklerini iki etmezler. Onların İslam beldelerindeki tüm katliamlarına rağmen, yeraltı ve yerüstü tüm zenginlikleri gasp edip halkı açlığa-sefalete mahkûm etmelerine rağmen Batılı devletler, “en değerli dost ve stratejik müttefik” konumundadır. Bu katliamlara ve sömürülere karşı çıkan halkı/tarla zencilerini dizginlemek, ev zencilerinin/yöneticilerin en önemli vazifesidir. Bu dizginlemeyi bazen kanlı askerî darbelerle bazen halka yönelik katliamlarla bazen de “muhafazakâr demokrat” kisvesine bürünüp paratoner görevi görmekle yerine getirirler. Tüm bunları yapmalarının sebebi, halktan/tarla zencilerinden farklı olarak onlara daha iyi koşullar sağlanmış olmasıdır. Hem kendi ülkesinde, hem bölgede, sömürgeci efendilerinin siyasi-askerî projelerinin hayata geçirilmesi ve ekonomik kaynakların onlara aktarılması için azami gayret sarf ederler. Yaptığı hizmetlere karşılık sömürgecilerin bir valisi olma makamına erişerek elde ettiği makam-mevkiin yanı sıra zenginlikten büyük oranda payına düşeni almaktadırlar. Fakir iken geldikleri yönetimden, ayrıldıklarında dünyanın sayılı zenginleri arasına girmektedirler. Bu nimetlerin karşılığı, koşulsuz itaattir.
Ev zencisi, efendiye isyan etmeyi kesinlikle reddeder. Saydığı sebepler, aslında ruhunu satarak elde ettiği birkaç küçük menfaatten başka bir şey değildir. Diyelim ki; tarla zencilerinden biri evden kaçtı. Ev zencisi, efendiden daha büyük bir motivasyonla bu kaçağın bulunup cezalandırılması için çalışır. Şayet kaçak yakalanırsa ev zencisi kaçağa karşı çoğunlukla efendiden daha zalimdir. Bunun sebebi, sadece efendisinin gözüne girme arzusu değildir. Öfkesinin asıl sebebi, kaçağın kölelikten başka bir yaşamın da mümkün olduğunu göstermesi, hiç değilse buna teşebbüs etmesidir.
İslam beldelerindeki yöneticiler laiklik ve demokrasiye bağlılık yeminleriyle ruhlarını satmışlardır. Birkaç küçük menfaatten dolayı Allah’ın, Bakara 174-175. ayette buyurduğu duruma duçar olmuşlardır:
“Allah’ın indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenler ve onu az bir şey karşılığında satanlar yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacak! Onlar için elem verici bir azap vardır. Onlar, doğru yol karşılığında sapkınlığı, mağfiret karşılığında azabı satın almış kimselerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklılarmış!”
ABD ve İngiltere’ye ve onların fikirlerine, hayat tarzlarına, yönetimlerine karşı gelen Müslümanlar -hiçbir şiddet eyleminde bulunmasalar bile-, bunları reddetmeleri/müesses batıl düzene karşı çıkmaları, efendilerine karşı isyan anlamına geldiğinden, “terörist(!)” olarak damgalanırlar. Efendilerinin ülkesinde bu durum, “fikir özgürlüğü” kapsamında değerlendirilip bu Müslümanlara daha “soft” bir yaklaşım sergilenirken ev zencisi yöneticiler açısından bu kişiler, hayat hakkı verilmemesi gereken kişiler olarak görülür. Öldürme, işkence, hapis vb. birçok uygulama ile çoğunlukla bu kişilere, efendilerinden daha zalim bir tavır takınılır. Bu öfkenin temel sebebi; “küfür yönetimlerinin zilleti altında yaşamaktan başka bir hayatın mümkün olduğunun” söylenmesidir. Şerrin ehvenine değil, hayrın en yücesine talip olmaya teşebbüs edilmesidir.
Ev zencisi efendisine yakın yaşayan zencidir, efendisi gibi giyinir. Efendisinin evinde ya çatıda ya da bodrumda yaşar. Efendisi kendini nasıl tanımlıyorsa o da kendisini öyle tanımlar.
İslam beldelerindeki yöneticilerin, gücü eline geçirdiği zaman yaptığı ilk icraatlardan biri, “kılık kıyafet devrimi”dir. “Çağdaş giyime uygun” denilerek efendileri nasıl giyiniyorsa öyle giyinmek zorunluluğunu getirir. Hatta bu öyle bir boyuta varır ki buna uygun hareket etmeyenleri darağaçlarında asar, okullara girişini yasaklar.
Efendisi “güzel yiyeceklerimiz var” dediğinde o da “evet güzel yiyeceklerimiz var” der. Kendisini efendisi ile o kadar özdeşleştirmişti ki efendisi hastalandığında “sorun ne patron, hasta mıyız?” diye sorardı. Efendisinin hasta olması kendisinin hasta olmasından daha fazla canını yakardı. Efendisinin ağrısı onun ağrısıydı. Efendisi “güzel bir evimiz var” dediğinde “evet güzel bir evimiz var” derdi, ev zencisi.
Sanırım yukarıdaki alıntıyı okuduğunuzda aklınıza gelen ilk şey siyasilerin seçimlerin ardından söyledikleri meşhur replik olmuştur: “Demokrasimiz kazandı!” Tipik, ev zencisi refleksi gibi; Demokrasi, Batı menşeilidir ama yöneticiler onu içselleştirmiş ve kendilerinden bir parça kılmıştır.
Velhasıl, İslam beldelerindeki yöneticiler kendi varlıklarını sömürgeci devletlerin varlığına bağlı kılmışlardır. Onlara karşı oluşu, kendi varlıklarına karşı bir tehdit olarak kabul ederler. İslam’ın hayata tatbik edilmesi anlamına gelen Hilâfet’in doğuşu, dünyadaki küresel egemen sistemin yok oluşu anlamına geldiği halde ev kölesi/yöneticiler -kendisini efendisi ile o kadar özdeşleştirmiştir ki- bunu, kendi yok oluşu olarak görür. Ancak tarih bize göstermiştir ki hiçbir köle, efendisinin yıkılışını engelleyemez! Kuşkusuz kapitalist sömürü düzeni yok olacaktır! Bu kimsenin önüne geçemeyeceği bir hakikattir. Ne demişler: “Hiçbir ordu, hiçbir güç, zamanı gelmiş fikrin önüne geçemez!”