Geçtiğimiz günlerde Suriye tiranı Beşşar Esed, Abu Dabi merkezli Sky News Arabia televizyonuna bir röportaj verdi. Röportajda “Türk güçlerinin Suriye’den çekilmesi” çağrısını yineleyerek, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesinin mümkün olmadığını belirtti. Esed, “Ben ve Erdoğan neden buluşalım? Meşrubat içmek için mi?” şeklinde küstahça bir ifadeye de konuşmasında yer verdi.
Peki Suriye tiranının bu küstahça tavrının dayanağı ne? Bu sözler karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan neden sessiz?
İnsanoğlu nisyan ile maluldür. Dolayısıyla Suriye’de olayların patlak verdiği 2011 yılından bugüne, geçen 12 yılda neler olduğunu, Türkiye’nin rolünün ne olduğunu anlamak açısından ana hatlarıyla hatırlamakta fayda var.
Öncelikle Suriye’de mücadelenin, Amerika ve bağlıları ile Suriye halkının muhlis olanları arasında devam ettiğinin altını çizmek gerekir. Amerika’nın hedefi, Suriye’de İslami devrimi bitirmek ve yerine yenisini bulana dek, uşağı Esed’i ayakta tutmaktı. Bugüne kadar da yerine başka bir uşak bulamadığı için artık Esed’i Arap liginde ve dünyada, Suriye’nin “meşru” yöneticisi olarak kabul görmesi için ABD, kendi adına “vekalet savaşı” yürüten tüm vekillerini kullandı/kullanmaya da devam ediyor.
Peki ABD, bu “vekalet savaşını” nasıl yürüttü ve hangi aşamalara şahit olduk?
ABD, iki yol izledi. İlki; Şam’da rejimin devrilmemesi için askerî ve mali her türlü desteği sunmak. Bundan dolayı İran ve milislerini Suriye’ye göndererek Beşşar’ın yanında savaşmalarını sağladı. Görünürde Esed’in çağrısıyla ancak gerçekte, Putin’in “2015 yılı Eylül sonunda, eski Amerikan Başkanı Obama ile New York’ta düzenlenen toplantının hemen ardından gerçekleştiğini” açıkladığı Rus müdahalesi ya da Rusya’nın sahaya sürülmesi de, ABD’nin planlamasıyla oldu.
İkinci yol ise; devrimi kuşatma siyasetidir. Bu, birincisinden daha tehlikeliydi. Amerika, grupları aldatıcı bir şekilde Suriye devriminin yanında olduğunu ilan etmişti. ABD, önceleri Türkiye ve Ürdün ile, daha sonra Türkiye ve Suud’un desteğiyle, grup liderlerinin dostluğunu kazanma ve devrimin İslami kimliğini sulandırma yoluna gitti. Türkiye ve Suud bu plan çerçevesinde istihbarat birimlerini seferber edip bazı şeyhleri kullandılar. Onlara barınma ve güvenlikli sığınma imkânları, propaganda araçları ve zehirli para sundular. Ayrıca mali ve medya araçları ile bazı komutanları barizleştirip popülaritelerini artırarak arkalarındaki gruplar üzerinde nüfuz oluşturuldu!
Muhalif grupları, Şam’dan uzaklaştırmak ve Amerikan yörüngesine eklemlenmesini büyük ölçüde “Fırat Kalkanı” adı verilen Türkiye’nin müdahalesi, sağlamıştır. Nitekim Türkiye, kendisine tabi olan gruplardan Halep’teki mevzilerinden çekilmelerini, ABD patentli IŞİD ile savaşmak için kuzeye yönelmelerini istedi. 2016 sonlarında Beşşar güçlerinin ve müttefikleri Rusya ve İran’ın Halep’i işgal etmeleri böylece mümkün oldu. “Fırat Kalkanı” Halep’i önce Rusya’ya ve sonrasında rejime teslim etme operasyonuydu.
Ardından Türkiye, rejimin İdlib’e girişini kolaylaştırmak için bir anda “Zeytin Dalı Harekâtı” başlattı. Bu arada rejim, İdlib’e doğru ilerlemekteydi ve Ebu Zuhur havaalanını kuşatmışken Erdoğan bir anda Afrin’e operasyon kararı aldı. Böylece Özgür Suriye Ordusu’ndan 25 bin silahlı muhalif, Türkiye’nin Afrin operasyonuna katıldı.
Suriye sahasının dondurulmasında da Türkiye önemli bir misyon üstlendi. Türkiye kendisine bağımlı silahlı grupları ateşkesin sağlanması için Rusya, İran ve Beşşar ile diplomatik görüşmelerin gerçekleştiği Astana sürecine taşıdı. Bu süreç “gerilimin azaltılması” şeklinde adlandırılan ve bir bölgeden diğerine sıçratılan bir dizi anlaşmalarla başlamış ve o güne kadar Astana süreçlerine katılmamış grupların bulunduğu güneye kadar ulaşmıştı. Suriye sahasının dondurulması, diplomatik görüşmelere kapı aralamak içindi.
Öte yandan 2015 yılında ABD’nin BM Güvenlik Konseyine sunduğu ve 2012 yılında ilki gerçekleştirilen ABD güdümlü Cenevre ve Viyana konferanslarının özeti niteliğinde, Suriye devletinin ve kurumlarının laik kimliğinin korunması ve rejimin meşruiyetinin daimi olarak teyit edilmesi temeline dayanan 2254 sayılı karar, Suriye’deki siyasi çözüme referans teşkil eder hale gelmiş, tüm devletler hatta silahlı gruplar da, nüfuzu altında kaldıkları devletlerin etkisiyle bu kararın uygulanması çağrısında bulunmaya başlamışlardır.
Silahlı grupların cepheleri açmama noktasında kararlara bağlı kalmaları ve sonrasında çatışmaların durdurulması zaten beklenen bir şeydi. Gerilimin azaltılmasının garantörlerinden olan İran ve Rusya, rejim ile birlikte devrimcilerin kontrolündeki bölgeleri bir bir ele geçirdi. Diğer üçüncü garantör ülke Türkiye ise sadece izledi.
Son aşamada, silahlı grupların liderleri, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğerlerinin kendilerine sundukları paralarla, girilmesi istenen her deliğe girdiler. Türkiye, silahlı gruplardan kurtarılmış tüm bölgeleri terk ederek buraları Suriye rejiminin kontrolüne bırakmalarını ve İdlib’te toplanmalarını talep etmiş, ardından sanki Rusya’ya paralelmiş gibi ordusunu Suriye’ye sokmuştur; oysa amaç, Şam’daki rejimi ayakta tutmaktı. Dolayısıyla Suriye’deki mücrim rejimi kurtaran ve devrimi İdlib ile sınırlayan Türkiye olmuştur.
Kısacası Amerika, ajanı Esed’e olan bağlılığı ve bölgedeki kirli rolü sayesinde rejimin düşmesini engelledi; Şayet Rus, İran, Türk ve Amerikan güçlerinin müdahalesi olmasaydı mücrim rejim düşmek üzereydi.
Evet Sayın Erdoğan! Sizler, bu Şam tiranını ayakta tutmak için bunca çaba harcamışken, onun küstahça tavırlarla konuşmasına, bir nev’i vefasızlığına karşı, sizin burada anlatılanları çürütebilecek bir açıklamanız var mı?