Batı kapitalizminin en büyük düşmanı ve alternatifi şüphe yok ki İslâm’dır. İslâmi fikirler, Batılı fikir ve mefhumlara taban tabana zıttır. Her şeyden önce İslâm, sosyal ve siyasal olarak bütün hükümleri yaratıcı (Allah) tarafından belirlenen çerçevede uygulamıştır. Buna mukabil Batı kapitalizmi laik, seküler, özgürlükçü bir çerçevede uygulamış, hükümlerin belirleyeni olarak insanı seçmiş ve kutsamıştır. Hâl böyleyken medeniyetinin bekası için Batı, geçmişten beri İslâm coğrafyası üzerinde sinsi planlarını, zulüm ve ahlaksızlığını dayatmıştır. Bu konuda “kötülüklerin anası” olarak aileyi, nesli ve toplumu yozlaştırmayı seçmiştir. Çünkü aile bozulursa nesil, nesil bozulursa toplum bozulacaktır. Bozuk toplum ise Batı emperyalizmine karşı tepkisiz kalacak ve sömürge faaliyetlerinin devamını sağlayacaktır. Peki Batı, yüzyıllarca emek harcadığı ve sonunda belli ölçülerde başarı sağladığı bu planını nasıl hayata geçirdi? Tabii ki “kadın” mefhumunun içini kendi ölçü ve anlayışlarıyla doldurarak. Kadının hayat içerisindeki görev ve sorumluluklarını her seferinde erkekler ile kıyas etme, belli özelliklerini erkeklerin üzerine çıkartma, içtimai hayatlarında birbirlerinden rol çalmaları için algı oluşturma gibi birtakım çalışmalar bu işin başlangıç noktasını oluşturuyordu. İşin başında süreç yönetimini bir İngiliz atasözünden almışlardı: “Slow but sure” yani “ağır ağır fakat kesin etkili” olacak şekilde…
Normalde kadına cahiliye penceresinden bakan, pazarlarda alıp satan, reklam malzemesi olmaktan öte görmeyen Batı, söz konusu Doğu toplumlarının kadınlarını bozmak olduğunda kendi putunu yemekten geri durmadı. Kendi topraklarında esamesi okunmayan kadının doğu toplumlarında yıldızını parlatarak ikiyüzlü bir tavır takındı. Batılıların akidesine göre “Hz. Havva, insanların cennetten kovulmasının suçlusudur. İnsanlara miras olarak kalan günah, kadından çıkmıştır.”
5. yüzyılda “Macon Ruhaniler Meclisi” kadının nasıl bir varlık olduğunun hakikatini ortaya çıkartmak için bir araya gelmişlerdi. Araştırma konuları kadının ruhunun olup olmaması üzerine idi. Vardıkları sonuç şu idi: “Her kadında (Hz. Meryem’in dışında) bozulmuş bir ruh mevcuttur ve cehenneme atılıp ebediyen azap çekmesi gerekir.” 581 yılında toplanmış olan Kilise Meclisinde; “İtaat ve hizmet etsin diye kadın yaratıldı” sonucuna varılmıştı. 13. yüzyılda inancı ve bilgisiyle tanınmış olan Thomas Von Aquin kadının değerini “1/30” olarak belirlemişti. Kadının, “İnsan ve hayvan arasında bir varlık” olduğunu savunmuştu. Avrupa’nın geçmişinde tahmin edemeyeceğiniz kadar örnekler mevcuttur. Yıllarca kadına bekâret kemeri takılmıştır. Yüz binlerce kadın sihirbazlık ve büyücülükle suçlanıp katledilmiştir. Katledilen bu kadınlar da özel kabiliyete, bilgi ve zekâya sahipti. Kilisenin akidesine göre kadına her zaman şüpheli bakılması gerekiyordu. Çünkü kadın kilisenin günah saydığı cinsiyeti temsil ediyor ve şeytanla da bir bağı bulunuyordu.
Roma yasasına göre kadınlar*: “Zihinsel özürlüler ve çocuklar gibi medeni hakları kullanma ehliyetine sahip değillerdi.” “Evin reisi isteğine göre sahip olduğu eşini satmaya, kovmaya dövmeye ve hatta öldürmeye yetki sahibi idi. Kadının tahsile, mülk edinmeye, oy kullanmaya hakkı yoktu. 1942’de modernleşmiş Fransız Medeni Hukuk yasasına göre kadın ticaret yapamazdı.”* 1763 yılında ilk kez öğretim yasası çıkarıldığında kadınlar gündemde bile yoktu zira onlar kültürsüz, aklını kullanamayan sadece hayatın bir parçası olarak görülüyordu.
Henüz geçen yüzyılda kadına eğitimden paye vermeye başlayan Batı onlar için sadece müzik dersini uygun görmüştü ki evde kocalarını eğlendirebilsinler. İlk defa kadına üniversite okuma hakkı tanıyan yasa 1908’te kabul edilmişti. Yine Batı’da kadınların mülkiyet hakkı yoktu ve evlendikleri zaman tüm mülkiyeti eşinin üzerine kalıyordu. 1942 yılında medeni hukukun yenilenmesinden itibaren, bekâr kadınlar alım-satım haklarını garantilemiş oldu. Fakat evli kadınlar halen kocalarının izni olmadan alım-satım hakkına sahip değillerdi. Ayrıca kadının siyasi hiçbir hakkı yoktu; oy kullanamaz ve seçimlere katılamazdı. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bu konuda kısıtlı haklar verildi ama bunun sadece görüntüde bir hak olduğu gerçeği demokrasi beşiği olan Amerika’nın siyasi tarihinde yatıyor; iki yüz küsur yıllık tarihlerinde bir tek bile kadın başkan yok.
Kadına en fazla şiddetin uygulandığı, taciz ve istismarın en yaygın olduğu, ensest ilişkilerin meşru görüldüğü ve ahlakın özgürlüğe kurban verildiği coğrafi bölgeye “Batı” denir. Batılı medyaya göz attığımızda bu iğrençliklerini ayan beyan ortaya dökmektedirler. Mesela ideal bir kadın tipini konuşurken bolca görsele yer verirler. Diyet programları ve güzellik yarışmaları düzenlerler. Hastanelerin çoğu estetik cerrahiden gelir sağlamakta, psikologlar kadınların ruh hâllerini tedavi edebilmek için avuç dolusu para istemektedirler. Son moda kıyafetlere bakarken dünya ile ilişiğini kesen, çarşı-pazar demeden ideal bir görünüm için renkli bez parçaları içinde kaybolan işte bu Batılı zihniyetin kendisidir. Bütün bu uğraşından sonra ideal olamadığını düşünen kadın, artık ahlak ve iffet adına her ne varsa tüketiyor, böylece kendisi de tükenip gidiyor. Önce alkol ile başlayan alışkanlıklar esrar, uyuşturucu ve daha kötülerinin de tadına bakmakla hayatlarını esaret altına alıyor. İşte bu esaret hayatının mimarıdır Batı… Zira Batı medeniyetinin kadına verebileceği ne bir mutluluk ne de bir huzur kalmıştır. Aksine bu medeniyet kadınların henüz geçtiğimiz yüzyılın sonlarına kadar alınıp-satıldığı bir medeniyetti.
Geçmişten bugüne Batı kültür ve medeniyetinin miras bıraktığı kadın tasavvuru çok daha fazla iğrençlik barındırmaktadır. Lakin asıl konumuz o, bu kadar kirli bir geçmişe sahipken nasıl oluyor da başka kültür ve medeniyet tasavvuru ile yetişmiş kadınları da bozabiliyor? Onları etkiliyor, ağına düşürüyor, namusunu ve iffetini kirletebiliyor… işte asıl mesele budur. Yoksa sömürgeci kapitalist Batı’nın kadına değer vermesini, onu koruyup kıymetlendirmesini beklemek abestir. O doğası gereği ekinleri ve nesilleri ifsat etmek için çalışmaktadır. Biz yazımızın bu bölümünde “Batı’daki kadın”ı konuşmayacağız, dolayısıyla birçok detay bilgiye, araştırma verisine girmeye gerek görmedik fakat “Doğu’daki kadın”ın nasıl değişip Batı’ya öykündüğü üzerinde durmaya çalışacağız.
18.yy’da Batı’nın, kabuklarını kırarak laik, demokratik, seküler uluslar oluşturma çabası meyvesini vermiş ve Fransız İhtilali meydana gelmişti. Akabinde hızlı bir ilerleme sürecine girdiler. Sanayi endüstrisi, askerî ve diplomatik güçleri ile dünyanın geri kalanını hayrete düşüren bir kalkınma sürecine evirildiler. Dönemin Batı karşısındaki en önemli rakibi olan Osmanlı Devleti bile Batı’nın bu gelişmesini yakından takip ediyordu. Fakat bundan da ötesi Batı kendi ilerleyişini olduğundan çok daha fazla pazarlıyor, süslüyor, abartıyor ve gündem ediyordu. Özellikle Yahudi lobileri, İsrailiyat dolu fikirlerini İslâm topraklarına sokarak bu sürece en önemli hizmeti sunuyordu. Yahudi medya baronlarının uzun süreler attıkları manşetler hiç değişmedi: “Batı’nın karşı konulamaz gücü”… İşte şişirilmiş, abartılmış bu söylemler İslâm beldelerinin içinde de gündeme geliyor, yerli işbirlikçileri ile Müslüman halkları “Batılı olanı almaya” teşvik ediyorlardı. Devletler bazında onun geliştirdiği teknolojiler, sanayi hamleleri ve iktisadi gücü konuşulurken, toplumsal bazda da özgürlük, demokrasi ve çağdaşlık söylemleri konuşuldu, tartışıldı.
Dünyanın her yerine pazarladıkları bu fikirlerin sahibi Avusturyalı Yahudi Psikiyatrist Sigmund Freud’dan başkası değildi. Freud “Totem ve Tabu” kitabında şöyle der: “Dinin, ahlakın, toplumun, babanın otoritesinin ve benzeri hâkim güçlerin varlığı dolayısıyla ortaya çıkan baskılar, insan hayatının karakteristik özelliğidir. Bütün bunlar cinsî gücü baskılamaya yöneliktir. İşte bu bakımdan kompleksler ve sinir buhranları ortaya çıkar ve bunlara yakalanan kimse hiçbir şekilde rahat olmaz…” Kısaca insan hayatının kaoslardan uzak, mutlu ve huzurlu olabilmesinin yegâne yolu, cinsel duygu ve düşüncelerini baskılamadan, dinin, ahlakın, toplumun ve ailenin otoritesinden kurtulmaktır. Yine aynı kitabında, aile kavramının yerle yeksan olmasını açık bir şekilde şöyle savunur: “Duygu üzerine kurulu evlilik veya aynı anda aynı kişiye sevgi ve nefret duymak, zoraki bir bilinçaltı eylemidir.” Ve ensest zinayı savunurken erkek çocukların Oidipus kompleksine (annelerine karşı aşırı sevgi duymaları)yakalandığını, kız çocuklarının ise Elektra karmaşası (babalarına aşırı ilgi duyarak, annelerini kıskanmaları) yaşadığını iddia ederler ve buna bilimsel kılıflar giydirirler. İşte böylece -konunun başında söylediğimiz- “slow but sure” yani “ağır ağır fakat kesin etkili” olacak şekilde toplumları ifsat etme projelerinin ilk adımlarını atmış olurlar.
Daha önce de dediğimiz gibi Batı, kendini “dünyanın şansı” olarak görüyorken, kendinden olmayan devlet ve milletlerin kadınlarını, gençlerini, ahlaki ve insani yapılarını görmezden gelemez, kendi hallerine bırakamaz; onları da, Batılı hayat tarzına özendiriyor, bu iğrenç hayat tarzı için servetler harcamalarını sağlıyor; taklit etme yahut Batılıymış gibi davranma konusunda yarışmalarını teşvik ediyor, hatta takdir ediyor, ödüller veriyor…
Bu gayretlerinin devamında hangi üslupları kullandıklarını, hangi fikirleri ve nasıl yaydıklarını, fertlerden topluma nasıl bir değişim metodu izlediklerini, kendilerinden olmayanı önce nasıl ötekileştirip sonra nasıl sahip çıktıklarını, sinsi söylemlerini, bozuk ideallerini ve mugalata dolu şayialarını bir bütün olarak gelecek makalemizde vermeye çalışacağız.
___
#KapitalizmÇöktüÇözümİslam
#AileyiNesliToplumuKoru