“Şimdi durduk yere böyle bir konu neden kaleme alınır ki?” sorusunu sorabilirsiniz. “Virüs tüm dünyayı kasıp kavurmuşken, hatta ‘Batılı ülkeler bile’ bu duruma çare bulamıyorken medeniyetlerini ifşa etmek de neyin nesi?” diyebilirsiniz. Fakat tam da bu süreçte gözle görülmeyen küçücük bir virüsten dolayı acze düşmesine rağmen yukarıda altını çizerek vurguladığım “Batılı ülkeler bile” ifadesi medeniyet kavramını yeniden ele almayı gerektiriyor. Zira yıllardır problemleri çözebilecek, hastalıklara çare bulabilecek yegâne mercii olarak zihnimize kazınan koskoca bir balon patladı. En yeni silahı ürettiler, en son teknolojiyi keşfettiler, her şeyin en yenisini buldular fakat koskoca bir balonun küçücük bir iğneyle patlamasına engel olamadılar. Dünyanın batısında yüzbinlerce insanın ölmesine seyirci kaldılar. “Tarihin Sonu” tezini savunanlar şimdi yeni dünya düzeninden bahseder oldu. Yani tarihi yeniden yazacaklar ve yine “tarihin sonu” diyecekler. İşte Batı medeniyetinin özü budur. Onlara göre başkaları yani ‘ötekiler’ farklı değil, ‘aşağı’ idi. Bu yazı dizisiyle zihnimize yerleştirilen sanal gerçeklikleri tek tek anlatmak, doğrularla yüzleşmek, yüzleştiklerimizle savaşmak ve savaşı her kulvarda kazanmayı yüce Allah’tan niyaz ediyorum, muhakkak ki dönüş yine O’nadır.
“Batı medeniyetinin kökleri bu tarihe dayanır”, “şurada ilk temelleri atılmıştır” şeklinde bir ifadeyi kullanabilmek için belli sabitelere yahut kesinleşmiş tanımlamalara ihtiyaç vardır. Fakat Batı, bu konuda oldukça uyanıktır. Sözgelimi, “demokrasi” kavramı kelime anlamı olarak “halkın yönetimi” olsa da taşıdığı mefhum, altında yatan anlamlar zamana, mekâna ve kullanım amacına göre farklılık gösterebilir. Irak için “demokrasi” isteyen Batı, bunu silah zoruyla ve Irak halkına sormaksızın istemiştir. Halkın yönetimi kapsamına girmeyen bu demokrasi talebi 1,5 milyon insanın katledilmesini meşru hâle getirmiştir. Fakat aynı demokrasi Mısır’da halkın seçtiğini alaşağı edip darbe yoluyla gelen cunta tarafından uygulanmış, Türkiye’de cuntacılara karşı halkın seçtiği hükümet tarafından İslâmi duygu ve hassasiyetler kullanılarak uygulanmıştır. İhtiyaç hissettiğinde dinî argümanlara sığınan demokrasi, ihtiyaç durumu ortadan kalktığında laikliği ve dinsizliği kullanabilmiştir. Bu değişkenlik, onu her kapıyı açan bir maymuncuğa dönüştürür.
Fakat yine de bir medeniyet tasavvurundan bahsetmek mümkündür. Müslümanlar için İslâm medeniyeti belli bir zaman diliminde, belli fikirler ekseninde inşa edilmiştir. Hatta isim kökünü aldığı “Medine” kelimesi, bu medeniyetin eşiğidir. Müslümanların yeni bir devlet kurmak üzere yola çıktığı M. 622 yılı İslâm medeniyetinin temellerinin atıldığı yıl oldu. Tabii ki bu medeniyet sabit hükümler içeren, köklü ve kapsamlı fikirlere sahip bir medeniyet olması hasebiyle ideolojik bir özellik taşır. Onun ideolojik olması İslâm medeniyetini; Roma, Mısır, Pers medeniyetlerinden ayırır ve özel kılar. İslâm medeniyeti ile İslâm Devleti arasındaki bütünlük medeniyeti oluşturan unsurların ilahi (vahyî) özellikler taşımasındandır. Bu da İslâm medeniyetinin evrensel ve zamandan bağımsız bir şekilde sürekliliğini sağlar. Bu, İslâm Devleti bütün hükümleri ve yönetimiyle ortadan kaldırılmış dahi olsa Müslümanların tek bir tanesi hayatta kalana dek medeniyetinin yaşayacak olması demektir. “Bir Medeniyet Teorisi” kitabında Yılmaz Özakpınar bu durumu şöyle ifade ediyor: “Medeniyetlerin değeri, onun bütün insanları birleştirecek, barış ve adaleti kuracak bir inanç ve ahlak nizamı olmasındandır… Düştüğü trajik durumdan insanlığı kurtaracak, insanları bütünüyle ve gerçekten medenileştirecek İslâmiyet’ten başka bir hakikat yoktur.”
Bugün insanlığı kurtarmayı ve bütün dünyayı medenileştirmeyi düşünen Batı için böyle bir durum imkânsızdır. Zira onların medeniyeti Bizans ve Haçlı ordularının taşıdığı misyonun devamıdır. Dünyaya kurtarılması gereken bütüncül bir yer olarak bakmazlar. Onlara göre; uygarlık yoksunu vahşileri Hıristiyanlaştırmak, onları Batı’nın “bir benzeri olmayan” “üstün” uygarlığıyla tanıştırmak, kalkındırmak, modernleştirmek “uyumlulaştırmak”, küreselleştirmek velhasıl “adam etmek”ti. Samuel Huntigton “Medeniyetler Çatışması” kitabında bu durumu şöyle ifade ediyor: “Batı dünyayı kazandıysa, bu onun kültürünün, dininin, ya da değerlerinin üstünlüğünden değil, örgütlü şiddeti kullanmadaki üstünlüğündendir. Batılıların ekseri unuttuğu, diğerlerinin de asla akıl etmediği gerçek budur.” Fransız Yazar Roger Garaudy; “İnsanlığın Medeniyet Destanı” adlı kitabında “insanlığın hakiki medeniyet destanını Batı’yı taklit etmekten vazgeçip onun bilinç hegemonyasından kurtulunca yazacağını” ifade ederek, Batı’yı medeniyet katili olarak yorumluyor. 3 Mayıs 1493’te Papa VI. Alexandre, Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesinden hemen sonra şu fetvayı yayınladı: “Keşfedilen ve keşfedilecek dünyalar İspanya ile Portekiz arasında paylaşılmalı, din ve Katolik imanı yüceltilip yayılmalı ve barbar halklar boyunduruk altına alınıp Hıristiyanlaştırılmalıdır.” İşte Bizans ve Haçlı kalıntısı Batı medeniyetinin kendinden olmayan “barbar halklar” için yürüttüğü uygarlaştırma çalışması… Batılı emperyalistler, yüksek teknoloji ürünü silahlarıyla, ağır sanayi hamleleriyle, bol miktarda döviz rezervleriyle ve başkaca devletlerin başlarında kendilerine hizmet eden ajan yöneticileriyle adeta “dokunulmaz” ve “hesap sorulmaz” rollerini oynadılar. Kendi terörlerini terör saymadılar; zira onların yaptıkları uygarlaştırmaydı, modernleştirmeydi, kalkındırmaydı… Güçlü olanın söylemi “kural” hâline gelecekti. Barbar halkların, uygar Batı ile ilişkisi sadece kurallara uymak olmalıydı. Egemen güçlerin koyduğu kurallara herkes uymak zorunda… Egemen olmayan devletlerin eğitim sistemleri sadece bu kuralları anlayabilen, ezberleyen insanlar yetiştirmeli. Barbar halkların entelektüel ve aydınları kendi ülkelerini Batı’nın uygarlık seviyesine ulaştırabilmek için çalışmalıydılar. Zira “uygar” olmayan toplumların zihin dünyaları işgal edilmiş, önünü görmekten ve yolunu bulmaktan acze düşmüşlerdir. Beyaz Batılılara göre “barbar” olan Türklerden Şair Mehmet Akif Ersoy bu durumu şöyle ifade etmiştir:
“Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar.”
Hatta öyle ki, “Batılı” söylemini zihinlere kazımak için Avrupa kıtasının doğusu ve batısı arasında kıyasa giderek kendi yerli halkının bile zihnini sömürgeleştirdiler. Soğuk Savaş yıllarında Kızıl Rusya’nın sosyalizmine alet olan halklar ile Beyaz Amerika’nın modern kapitalizmine destek veren halklar eşit değerlendirilemezdi. Aynı şehirde, aynı ailenin kardeşlerini bile ayıran bu zihniyet, tarihe kara bir leke olarak geçecek Berlin Duvarı’nı inşa etti. Bu duvar, bütün Avrupa için “utanç duvarı” olarak anılan, emperyalist bir sınır olmaktan öte bir şey değildi. Avrupa’nın “ben” ve “öteki” ayrımını akademisyen Deniz Ülke Arıboğan “Duvar” kitabında şöyle yorumlamıştır: “Soğuk Savaş, insanlığa kendinden büyük bir gölgesi olan Berlin Duvarı’nı hediye etmişti. Soğuk barış ise tüm dünyanın bölünmüşlüğünü uzaydan bile görünür hâle getirecek bir ‘duvarlar yüzyılının’ önünü açtı. Dünya artık koca bir hapishane olma yolundaydı.”
Bu, Batı medeniyetinin tasavvur açısından özetiydi. Bir sonraki makalemizde bu medeniyeti yeryüzünün başına musallat edecek, insanoğluna özünü ve esasını kaybettirerek onun içini dışına çıkartacak okumuşlardan, eğitimlilerden, akademisyenlerden kısaca “Batı’dan gelmişse alırız” diyen entelektüellerden bahsedeceğiz.
___
#KapitalizmÇöktüÇözümİslam