Ukrayna üzerinden gerçekleşen ABD-Rusya savaşı hiç kuşkusuz birçok stratejik ve siyasi gerilimin habercisi olarak görülebilir. Bu hadise yakın gelecekte büyük olasılıkla siyasi denklem açısından önemli bir gelişme olarak işaretlenecek. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ile başlayan yani 22 yıldır iktidarda olan Putin Rusya’sı ile son 20 yılda Çin’in yükselişi ve özellikle Şi Jinping’in 2013 yılında iktidara gelmesi ile başlayan süreç, batı ile doğu bloğunun tekrar karşı karşıya gelmesine neden oldu. Bu sürtüşme -daha doğru bir ifade ile; dünya servetlerini sömürme kavgası- bu üç büyük devlet arasında her geçen yıl daha da şiddetlendi. Bu süreci daha iyi anlayabilmek için evvela 24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın Ukrayna’ya neden saldırdığına bakmak gerek.
2013 yılında Rus yanlısı Ukrayna Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in, beklemede olan bir AB ortaklık anlaşmasını reddederek, bunun yerine Rus kredi kurtarma paketini ve Rusya ile daha yakın ilişkiler sürdürmeyi tercih etmesi sonrası, -Batı’nın da kışkırtması ile- halk sokağa döküldü. İç savaşın eşiğine gelen ülkede durum, Şubat 2014’de Yanukoviç’in Rusya’ya kaçması ile Batı’nın lehine, Rusya’nın aleyhine sonuçlandı. Özellikle Batı hayranı Zelenski 2019 yılında iktidara gelince; Rusya ile ipler iyice koptu ve her geçen gün Batı Ukrayna üzerinden Rusya’yı provoke eden adımlar atmaya başladı. Hedef, Rusya’nın Ukrayna üzerinden uluslararası bir çıkmaza girmesi ve çeşitli yaptırımlarla köşeye sıkıştırılmasıydı. Neticede bu oldu ve Rusya belki de tarihinin en ağır yaptırımlarına maruz kaldı. Ukrayna’nın neredeyse AB’nin merkezinde ve Ukrayna sınırının da Polonya’nın başkenti Varşova’ya sadece 300 km uzaklıkta olması, özellikle AB ülkelerini oldukça tedirgin ediyor. Köşeye sıkıştırılmış ve duyguları ile alay edilen bir liderin yani Putin’in ne yapacağını kestiremeyen Batı’nın, “üçüncü dünya harbi çıkar mı?” endişesine kapıldığı ve bu durumdan ciddi bir şekilde endişe duyduğu ortada. Özellikle AB ülkelerindeki enerji kıtlığından dolayı enerji fiyatlarının son 70 yılın en yüksek seviyesine çok kısa bir zaman dilimi içinde çıkmış olması hem devletlerin hem de halkların korkmasına neden oldu. Bu fiyat patlaması ayrı bir krizin oluşmasına neden oldu. Bir varil petrol 1950 yılında 17 dolar iken şimdi 160 dolara çıkarak tarihî bir rekor kırdı. Bu artış AB halklarını çok rahatsız etmiş ve oldukça endişelendirmiş durumda. Bunun haricinde Ukrayna’nın ayçiçeği yağı, yem ve gübre üretimi konusunda dünya lideri olması, savaş nedeni ile tedarikin kopması da krizin ayrı bir boyutu olarak gün yüzüne çıkmış bulunuyor.
Tüm bunlar olurken ABD, bölgesel hatta yakın zamanda küresel bir güç olma mücadelesi veren Çin’i, -Rusya-Ukrayna örneğinde olduğu gibi- Tayvan üzerinden köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Bu şekilde Çin’i bir takım yaptırımlar ve uluslararası çıkmazın içine sokmak isteyen ABD, bu şekilde Çin’i köşeye sıkıştırmak istiyor. Rusya ve Çin ile savaşmak istemeyen (belki de savaşamayan) ABD, elinde bulundurduğu küresel kurumları –örneğin; SWIFT (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication) (tüm dünyadaki bankalar arasında elektronik fon transferi standardı sağlayan) sistemini-, kendi emelleri için kullanmaktadır. ABD üzerinden Batı’nın öncelikli düşmanları; güçlenen Rusya ve Çin olunca, İslâm dünyası ve Müslümanlar “öncelikli düşman” konumundan düşmüş görünüyor. Bu, Müslümanların eline geçen bir fırsat olarak da görülebilir aslında. Enerjilerini birbirleri ile çekişerek tüketen Batı (ABD, AB) ve Doğu’nun (Rusya, Çin), Müslümanların şaha kalkmasına engel olamayacakları bir durumun içinde oldukları değerlendirilebilir. Müslümanlara düşen; dünya büyük devletlerinin içinde bulundukları bu kaos durumunu fırsata çevirmektir. Neticede, İkinci Dünya Harbi’nden sonra “üzerinde güneş batmayan İmparatorluk” olarak bilinen İngiltere birinci devlet konumundan düşmüş oldu. Gücünü tamamen yitirmedi lakin küresel güç olmaktan çıktı. Yine aynı şekilde ideolojik olarak 1989 Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Doğu blokunun süper gücü olan Sovyetler Birliği dağıldı; ardından kurulan Rusya ayağa kalkabilmek için en az 20 yıl uğraştı.
Yeni oluşan dengelerde Batı ideolojisi artık yeterli olmamakta ve halkları hatta devletleri bir arada tutamamaktadır. Buna en bariz örnek olarak Putin ve Jinping’in duruş ve söylemleri verilebilir. Putin, Sovyetler Birliği’nin ayakta kalmaya devam etmesinin mümkün olmadığını, lakin eski büyüklüğe duyulan özlemi sıklıkla kullanılan şu sözle özetlemiştir: “SSCB’nin çöküşünden üzüntü duymayanın kalbi yoktur. Onu eski haliyle yeniden inşa etmek isteyenlerin ise aklı yoktur.”[1] Aynı şekilde Mart 2013’den beri Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) Başkanı olan Şi Jinping aynı zamanda Kasım 2012’den bu yana Çin Komünist Partisi Genel Sekreterliğini yürütmekte. Çin Devlet Başkanı Şi Jinping Kasım 2017 kongre konuşmasında Partinin yeni felsefesini “yeni çağda Çin karakterinde bir sosyalizm” olarak açıklamıştı. Parti’nin bir başka üst düzey yetkilisi olan Yu Zhengsheng de yeni doktrini, “Marksizm düşüncesinin Çin’e adaptasyonunda son kazanım” olarak tanımladı.[2]
İşte bu iki ülkenin, kapitalizme yeni bir format atma hatta komünizmin çağdaşlaştırılması yani sosyalist demokrasi üzerinden yeni bir açılım yapma gayretinde -ya da en azından söyleminde- oldukları görülmektedir. Nedeni ise belli: kapitalizm bireylere güçlü olma imkanı veriyor ve o bireyler (Bill Gates veya Elon Musk gibi) güçlü olduklarında adeta devlet gibi hareket etme imkanına sahip oluyorlar. Bu durum ise halkın önemli bir kesimi tarafından kabul görmüyor. Bu zengin bireylerin, devletler üstü hedeflerini, hatta hasta zihniyetlerini hayata geçirebilmek için yeraltı ve yerüstü birçok servete sahip olmaları, toplumlarda ciddi rahatsızlıklara sebebiyet veriyor. Bu zengin bir avuç elitin karşısında dünya halklarının ekserisi her geçen gün daha da fakirleştiğini görüyor ve bir çıkış yolu arıyor. Bazı ulus devletler de, tarihlerinden de ders çıkararak salt komünizmin mümkün olmadığını bildikleri için, sanki “güncel/modern sosyalizm” gibi yeni bir kavram üzerinden sömürü sistemlerine can suyu vermeye çalışmaktadırlar.
En mükemmel hayat nizamı olan İslâm ise tam da bu sıkıntılı süreç de -özellikle Müslüman halklar açısından- görülmeli ve kabul edilmeli. Bu fırsat aslında hiç de küçümsenecek bir fırsat değil. Özellikle bu sistem değişimine muhtaç olan halkların yaşadığı bir dönemde, Müslüman halkların sahip oldukları en mükemmel ve adil nizam olan İslâm’a yönelmeleri kesinlikle mümkün. Hatta sözde Müslümanların liderlerinin her geçen gün çok daha bariz bir şekilde ihanetleri görülen şu günlerde, Allah Celle Celalehu’nun lanetlemiş olduğu sözde Yahudi devleti ile barışmaları ve ticari, siyasi işbirliği içine girmeleri, onların da devirlerinin sonunun geldiğinin habercisidir.
Zira geçmişte olduğu gibi ümmeti tekrardan şaha kaldıracak, tüm İslâm beldelerini birleştirip halklarını refah içerisinde yaşatacak ikinci Râşidî Hilâfet Devleti biiznillah tez zamanda kurulacaktır. İşte o devlet, dün Pers imparatorluğunu tarihin çöplüğüne attığı gibi bugün de günümüz Çin, Rus ve Batı imparatorluklarını/süper güçlerini tarihin çöplüğüne atacaktır. Özellikle Roma’nın fethinin ardından birçok mazlum halk, İslâm tebaasına seve seve katılacak ve huzurlu bir hayatın tadına varacaklardır.
İşte bu kutlu çağ inşallah çok ama çok yakın. Dolayısıyla gayretlerimizi artıralım ve bu kutlu davada bir nefer olalım. Rabbim bu kutlu dava erlerinin yar ve yardımcısıdır.
[1] Ó Tuathail, Near Abroad, s.22
[2] bbc.com/turkce