Demokrasi Gerçeğiyle Yüzleşmenin Vakti Gelmedi mi?
03 Mayıs 2023

Demokrasi Gerçeğiyle Yüzleşmenin Vakti Gelmedi mi?

Seçim döneminde en çok zikredilen kavramlardan biri de elbette ki “demokrasi”dir. Hal böyle olmasına rağmen demokrasinin ne olduğu/ne olmadığı konusunda ciddi bir bilgi eksikliği, yanlış anlama, istendiği gibi, işe geldiği gibi anlama olduğu da bir hakikat. Mesela; ilkokul müfredatında sınıf başkanını seçmeyi örnek göstererek demokrasinin “seçim” olduğu anlatılmaktadır. Ya da yakın bir zamanda Köklü Değişim’in yaptığı sokak röportajında “Demokrasi nedir?” sorusuna verilen cevaplar birbirinden farklı olsa da ilk akla gelen ve en çok verilen cevaplar; “halkın kendi kendisini yönetmesi” ve “özgürlük” olmuş.

Peki, bunlar gerçekten demokrasiyi tarif ediyor mu? “Demokrasi” dediğimiz şey bunlardan mı ibaret?

Bakalım…

Birlikte yaşam, doğal olarak yöneten-yönetilen ilişkisini doğurur ve insanlığı şu sorularla karşı karşıya bırakır: “Neyle yönetecek?” Yani egemenlik kime ait olacak? Ve “kim yönetecek?”

Bu soruların bir cevabı olarak insanlık, milattan önce Antik Yunan’da demokrasiyle tanıştı. “Halkın yönetimi” anlamına gelen bu kavramda geçen “halk”, bir toplumda yaşayan tüm bireyleri kapsamıyordu; kadınlar, köleler ve Atinalı olmayanlar halktan sayılmıyordu. Teorik olarak Atinalı tüm özgür erkeklerin yönetimde olmasını ifade etmiş olsa da pratik manada bu durum hiçbir zaman gerçekleşmedi. Yönetim ve kritik görevler şehrin en zenginleri arasında pay edildi. Bu, doğrudan yönetim denemesi pratik manada imkânsızlığı temsil ettiği için ağır eleştirilere maruz kalmış ve 150 yıl gibi kısa bir ömre sahip olmuştur.

İkinci demokrasi dönemi, Antik Yunan’dan yaklaşık 2 bin 500 yıl sonra aydınlanma çağında Avrupa’da yaşanmıştır. Halkın aynı anda hem yöneten hem de yönetilen olmasının mümkün olmadığı gerçeğiyle yüzleşen Batı dünyası, bu hakikati, aydınlanma çağının en önemli düşünürlerinden olan ve “Toplum Sözleşmesi” kitabının yazarı J.J. Rousseau’nun şu söylemiyle itiraf etmiştir: “Kelimenin tam manasıyla gerçek bir demokrasi hiçbir zaman var olmadı ve var olmayacaktır!”

Tam da burada, “halkın doğrudan yönetimi imkânsız olduğuna göre halkın temsilcileri yönetimde olmalıdır” anlayışıyla “temsili demokrasi” icat edilerek yeniden demokratik hayata geçilmiştir. Bu dönemde demokrasi; “halkın, halk tarafından, halk için yönetilmesi” olarak yeniden tarif edilmiştir.

Peki, bu gerçek mi? Halk, hem yönetilen hem de yönetici nasıl olabilir? Halkın halk tarafından yönetildiği her yönetim sistemi demokratik midir?

Elbette değildir! Teoriye değil de pratiğe bakarsak bu gerçeği açık bir şekilde görebiliriz. İran’dan örnek verelim… İran Anayasasının 58’nci ve 71’nci maddelerine göre; yasama organı Milli Şura Meclisine aittir. 62’nci maddeye göre; Meclis üyeleri doğrudan ve gizli oyla halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanı da 114’nci maddede belirtildiği şekliyle yine doğrudan halk tarafından seçilmektedir.

Görüldüğü üzere İran’da yöneticilerin seçimi, temsili demokrasiye birebir uymaktadır. Ancak hiçbir Batılı ülke, hiçbir Batılı düşünür hatta onları taklit eden Müslüman düşünürler bile İran’ı demokratik bir ülke olarak görmez. Öyleyse halkın, kendi yöneticilerini kendi hür iradeleriyle seçmesi, tek başına “demokrasi” olarak isimlendirilemez.

Peki, “demokrasi = özgürlük” müdür?

Aslında bu da kocaman bir yalandan ibarettir. Zira özgürlük, bir kölenin efendisinin tasallutundan, egemenliğinden kurtulmasını ifade eden bir kavramdır. Öyleyse efendinin kısıtlaması olmadan, kişinin dilediğini, dilediği şekilde yapmasıdır. Belki kimsenin yaşamadığı bir dağda inzivaya çekilirseniz özgür bir şekilde yaşayabilirsiniz ancak bir toplum içinde yaşıyorsanız işte özgürlük orada sona ermektedir. Zira toplumsal yaşam, içerisinde kuralları, kısıtlamaları barındırır ve her birey bu kural ve kısıtlamalara uymak zorundadır. Kurallara uymayan toplumdan dışlanır ve cezalandırılır. Dolayısıyla kısıtlamanın olmadığı bir toplumsal yaşam düşünülemez. Nitekim Batılı düşünürler o saf, doğal, hiçbir kısıtlamanın olmadığı özgürlük anlayışının imkansızlığına şahit olduktan sonra yeni bir tarife ihtiyaç duymuşlardır. Bu yeni tarife göre özgürlük; -Montesquieu’nun “Yasaların Ruhu” adlı kitabında dediği gibi- “Yasaların izin verdiği her şeyi yapma hakkıdır...” “Yasaların izin verdiği ölçüde özgür olmak” nasıl demokrasinin ayırt edici özelliği olabilir ki? Bu tarife göre; tarih boyunca yaşamış tüm medeniyetlerin tebaası yasaların kendilerine verdiği izin ölçüsünde zaten “özgür” değil midir? Onlar da -kısıtlama ölçüleri birbirinden farklı olmuş olsa da- en nihayetinde yasaların kendilerine çizdiği serbest hareket alanında hareket etmişlerdir.

İşin aslı; Batı, özgürlüğü “kilisenin yani tanrının egemenliğinden kurtuluş” olarak kavramsallaştırmıştı. Tanrıyı temsil eden kilise, hayatın her alanına hâkimiyet kurarak insanları kendisine köle edinmişti. Aydınlanma düşünürleri, insanın kendi kanunlarını kendisinin koyabileceğini, kendi yöneticilerini de kendisinin seçebileceğini söyledi. Nihayetinde “tanrı” saf dışı edildi edilmesine ama insanlar bu sefer de -tıpkı Antik Yunan’daki demokrasi deneyiminde olduğu gibi- bir avuç zengin, seçilmiş azınlığın belirlediği kanun ve yasalara köle edildi. Aslında değişen hiçbir şey olmamıştı; ortada özgürlük filan da yoktu. Değişen tek şey, serbest hareket edebilme alanının biraz daha genişlemesiydi. Efendi değişse de kölelik tüm hızıyla devam ediyordu.

Evet, insan hiçbir zaman özgür olmadı! Yönetilen ve yönetenin olduğu her alanda kısıtlamaların olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla mesele, kısıtlama olup olmaması ya da kısıtlamaların ölçüsü değildir. Mesele, kısıtlamaları kimin koyduğu/kimin koyması gerektiğiyle ilgilidir. Ya bir avuç mutlu azınlık kısıtlamalar koyar ya da âlemlerin Rabbi olan Allah! İşte bütün mesele bu!

Öyleyse demokrasi nedir?

Hakikatte demokrasi, dini hayattan uzaklaştırmayı, insan egemenliğini, aklın üstünlüğünü, Batı değerler toplamını, yaşam tarzını, kapitalist ideolojiyi ve bu ideolojinin hayata tatbik keyfiyetini yani aydınlanma düşüncesiyle ortaya çıkan “Batı uygarlığı”nı ifade eder. Bu yüzden Francis Fukuyama “Tarihin Sonu” adlı kitabında, ukalaca, “liberal demokrasinin, insanlığın ideolojik evriminde son nokta” olduğunu söyler.

Batılılara ait olan demokrasi kavramının hakikat işte budur! Dolayısıyla “Müslüman demokrat”, “muhafazakâr demokrat” gibi yapay kavramlar anlamsız, boş sözlerden ibarettir. Zira bir kişi hem Müslüman hem demokrat olamaz! Siz olmak isteseniz bile demokrasinin sahibi Batı bunu kabul etmez!

“Demokrasi İslam’dan bir parçadır hatta İslam’ın kendisidir” sözü yalandır!

Demokrasinin ne olduğu noktasında kısa bir araştırma yaptığımızda ayırt edici özelliğinin “egemenliğin yani hâkimiyetin halka ait kılınması” olduğunu görmekteyiz.

Batılılara göre egemenlik, “insanın irade sahibi olması ve iradesini kullanması yani neyle yönetileceğini ve kimin yöneteceğini kendisinin seçmesi” anlamında kullanılır. İnsan, kendi sistem ve yasalarını belirler, kanunlar yapar ve yürütmeyi seçer. Tüm bunları yaparken hiçbir şart ve koşulda dini referans olarak kabul etmez.

İslam ise bu anlatıların tam tersini ifade etmektedir. İslam’da egemenlik, halka değil Allah’a aittir. Allah’ın Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile göndermiş olduğu İslam şeriatı egemenliğin kaynağıdır. Hiçbir Müslüman bu çerçevenin dışına çıkamaz. Nitekim Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Allah ve Rasulü bir konu hakkında hüküm verdiğinde mümin erken ve mümin kadınlara o konu hakkında seçme hakkı yoktur.”

Aynı şekilde daha bir çok ayette hâkimiyetin Allah’a ait olduğu açık bir şekilde ifade edilmektedir. Yusuf Suresi’nde geçtiği gibi:

“Deki: ‘Hüküm ancak Allah’ındır!’”

Kur’an ve Sünnetin tamamına topluca bir bakış, hüküm koyma yetkisinin insana değil Allah’a ait kılındığını açık bir şekilde gösterecektir. Daha net ifadeyle; “İnsan, bu dünya hayatında insanlar arasındaki ilişkilerde neyi esas alacak, neyle yönetilecek?” sorusuna İslam, “Allah’ın göndermiş olduğu hükümlerle!” şeklinde cevap verirken demokrasi, “(İnsanın) kendi aklından çıkardığı hükümlerin esas alınacağını” söylemektedir. Bu haliyle iki farklı hayat tasavvuru olduğu çok açık bir şekilde görülmektedir.

İslam’da egemenlik Allah’a, otorite ise ümmete aittir. Halk, seçim vasıtasıyla Allah’ın göndermiş olduğu hükümlerle yönetmesi için Halife’yi görevlendirir. Halife’ye edilen biat, aslında yöneten ve yönetilen arasındaki “neyle yöneteceği” ve “kimin yöneteceği” noktasında yapılan bir akitleşmedir.

Demokrasinin ve İslam’ın hakikati bu olmasına rağmen belki, “Medine Vesikası, demokratik hak ve özgürlüklerin, birlikte yaşamın bir yansımasıydı; gerçek bir demokrasiyi aslında ilk tatbik eden Müslümanlardı…” gibi bir söylemle karşılaşabilirsiniz. Bu söylemin fikrî cılızlığı, demokrasinin kavramsal bağlamından kopartılmasından kaynaklanmaktadır. Demokrasinin, “Batı uygarlığının değerler toplamı” olduğu gerçeğini görmezseniz, İslam Devleti’nin tebaasından olan gayri Müslümlere tanınan hakları, demokrasi olarak algılayabilirsiniz. Bu, hatalı bir çıkarımdan başka bir şey olmadığı gibi aslında Batı’ya karşı duyulan ezikliği de yansıtmaktadır. “Biz de sizin gibi demokratik bir ümmetiz. Daha da ötesi; biz demokrasiyi sizden daha önce icat ettik!” gibi buram buram eziklik ve zillet kokan bir söyleme ihtiyacımız yok! Müslümanlar kendi ideolojileriyle, bu ideolojiden ortaya çıkmış kültürleriyle insanlar arasındaki en hayırlı, en üstün ümmettir!

“Siz insanlar arasından çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz!”

Belki de birileri size; Yusuf Aleyhi’s Selam’ın kıssasını okumuş ve ardından “Bak, Yusuf Aleyhi’s Selam bile ipleri eline alana kadar Kral’ın kanunlarına göre yönetti. Biz de aynısını yapıyoruz. Yusuf Aleyhi’s Selam Kral’ın kanunlarını kullandığı gibi biz de demokrasiyi hedefimize ulaşmak için bir araç olarak kullanıyoruz.” demiş olabilir. Bu konu hakkında “Demokrasiye Eleştiri” kitabımızda uzunca ve detaylı cevap verdiğimiz için ayrıntılarına girmiyorum. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim: Geçmiş ümmetlerin şeriatı bizi bağlamaz. -Vermedi ama- velev ki Allah Subhanehu ve Teâlâ Yusuf Aleyhi’s Selam’a böyle bir izin verdi, diyelim. Peki, sana da aynı izni verdi mi? Ümmetinden olduğun Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın yapmadığını, sen, Yusuf Aleyhi’s Selam’ın kıssasını delil olarak getirip yapacak mısın? Rasulullah Daru’n Nedve’de bulundu mu? Onların ortak yönetim tekliflerini kabul etti mi? Onlardan görünerek, onlardan bir parça olarak mı onlarla mücadele etti?

Dahası da var; Ehven-i Şerreyn var, Mesalih-i Mürsele var, Müslümanların maslahatı var, çoğunu elde etmek istediğin bir şeyin azından vazgeçmek var… Yazının uzamaması adına bir bir açıklama yapmak yerine bunların tamamının; vakıadan kopuk, delilden yoksun, itibar edilemez gerekçe ve mazeretler olduğunu söylemekle yetinelim.

Gelelim o meşhur soruya:

“Oy vermeyelim de İslam düşmanları mı başa geçsin?”

İslam düşmanları ile İslam’ın dostları arasında Allah’a rağmen hükümler çıkartma, çıkartılan hükümleri infaz etme noktasında herhangi bir fark yoksa başta kimin olduğunun ne önemi var ki?

Müslümanlara düşen; nefsin işaret ettiği menfaatin peşinde koşmak değil, Allah’ın emir ve yasaklarına sarılmaktır. Zira Müslümanların menfaatinin ne olduğunu nefsin kontrolündeki akıl belirleyemez! Menfaati de, zararı da, iyiyi de, kötüyü de belirleyen Allah’tır! Ve Allah şöyle buyurmuştur:

“Bazı şeyler hakkınızda hayırlı olduğu halde hoşunuza gitmeyebilir. Bazı şeyler de hakkınızda hayırlı olmadığı, şer olduğu halde hoşunuza gidebilir. Bunları Allah bilir, siz bilmezsiniz.”

Yakın tarih; demokratik sisteme entegre olarak, oy isteyerek ve oy vererek hiçbir kazanıma şahit olunmadığını aksine demokratik siyasetin içinde tüm değerlerin yok olduğunu göstermiştir. Öyleyse samimi, ihlaslı Müslümanlara düşen vazife, Batı uygarlığından doğan bu fasit demokratik sistemi İslam ile değiştirmek için çalışmaktır.

“Deki çalışın! Çalışmanızı, Allah da, Rasulü de, müminler de görecektir!”

Allah’ın yardımı ve zafer, fasit yollarda olanlara değil, Allah ve Rasulü’nün çizmiş olduğu yolda eğilmeden, sapmadan, taviz vermeden yürüyenlere ulaşacaktır.

“Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz (samimi olursanız, sebat gösterirseniz) Allah da size yardım eder.”

“Eğer Allah size yardım ederse, artık hiç kimse size üstün gelemez ve eğer sizi yardımsız bırakacak olursa, size yardım edebilecek kimse yoktur. Öyleyse müminler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler!”