Dekolonizasyon Aldatmacası ve Neokolonyalizm Gerçeği
24 Mayıs 2025

Dekolonizasyon Aldatmacası ve Neokolonyalizm Gerçeği

“Dekolonizasyon” terimi, genel bir ifadeyle sömürge toplumlarının sömürgeci devletlerden bağımsızlıklarını kazanmasıdır.1 Sömürgeci devletler, tarihsel süreç içerisinde doğrudan işgal veya manda yönetimi şeklinde ülkeleri tahakkümleri altına almış; yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmüş, halklarını fakirliğe mahkûm edip kendi ülkelerini zenginleştirmişlerdir. Devletlerarası düzenin ve siyasî dinamiklerin küresel ölçekte dönüşmesiyle birlikte sömürünün yöntemleri de değişmiştir. Bu modern sömürge anlayışına “neokolonyalizm” denir.

Her ne kadar “bağımsızlık” kavramı, hegemon güçlerin oluşturduğu manipülatif etkiyle kulağa hoş ve müspet gelse de, esasında Batı dünyasının İslâm beldelerini parçalayıp sömürüsünü devam ettirdiği habis bir fikrin örtüsünden başka bir şey değildir. Kendi içlerinde parçalanmaya karşı çıkıp birlik oluşturma yoluna giden, ayrılıkçı anlayışlara karşı asla müsamaha göstermeyen Batı; İslâm beldelerini bölüp parçalayarak yönetmeyi küresel emperyalist çıkarları açısından temel siyasî hedef olarak belirlemiştir.

İslâm coğrafyasını parçalamak ve zayıflatmak amacıyla bir takım kavramları bayraklaştırarak, dekolonizasyonun ancak Batı değerlerinin kabul edilmesiyle mümkün olabileceğini dayattılar. Laiklik, demokrasi, özgürlük, self-determinasyon, federasyon, milliyetçilik, otonomi, adem-i merkeziyetçilik, üniter devlet, referandum, tampon devlet, azınlık hakları, uluslararası vesayet ve benzeri kavramlarla bağımsızlığı; etnik kimlik temelli ulus-devlet sahipliği ile eşleştirdiler.

İngiltere, I. Dünya Savaşı arifesinde ve esnasında Osmanlı’nın yıkılması için Araplara ve diğer halklara bağımsızlık vaadinde bulundu. Zira 1878’den sonra İngiltere’nin çıkarları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve bu topraklarda İngiltere’ye bağımlı devletçiklerin kurulmasını gerekli kılıyordu.

O dönemde, uluslararası siyaset sahnesinde lider konumda olan İngiltere, Osmanlı topraklarını Hint Yolu’nun güvenliği için stratejik görüyordu. Bu nedenle Osmanlı toprakları üzerinde İngiltere’ye bağlı ulusal devletlerin kurulmasını politik ilke hâline getirmişti.2 Bu hedeflerin önündeki en büyük engel, Müslüman halkları bir arada tutan Hilâfet müessesesiydi. Hilâfet’in ortadan kaldırılması ile İngiltere’nin Ortadoğu’da rahatça operasyon yürütebileceği biliniyordu. Hilâfet’i yıkmak için yıllarca uğraş veren İngiltere’de, Kral V. George, Lozan’ın kabul edilmesiyle birlikte İngiltere için “yeni bir dönem” başlayacağını ifade ederek bu gerçeğe dikkat çekmişti.

İngiltere, işgal ettiği İstanbul’dan seremoni eşliğinde ayrıldıktan sonra yerli müttefikleri eliyle Hilâfet’i kaldırdı ve bağımsızlık sloganları eşliğinde dekolonizasyon politikalarını devreye soktu. Osmanlı’nın yıkılmasıyla birçok devlete “bağımsızlık” tanındı ancak kurulan iktidarlar, İngiltere’nin çıkarları doğrultusunda hareket eden müstemleke valileri gibi konumlandırıldı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya siyaset sahnesine lider ülke olarak çıkan ABD, İngiltere ve Fransa’nın yürüttüğü dekolonizasyon politikaları üzerinde tahakküm kurabilmek için etkin bir mücadeleye girişti. Böylece Ortadoğu ülkeleri, devletlerarası çıkar çatışmalarının sahasına dönüştü. ABD, NATO, BM, AB, IMF, Dünya Bankası gibi kurumsal yapılar üzerinden yeni bir konseptte sömürgecilik anlayışını sürdürmeye başladı. Dekolonizasyon sonrası postkolonyalizm3 adıyla anılan süreçte, aslında neokolonyalizm gerçeği ile karşı karşıya kalındı. Her ne kadar sömürgecilik sona ermiş gibi sunulsa da, biçim değiştirerek devam etti.

Gazze’de yaşananlar bu neokolonyalist gerçekliği tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Zamanla yayılmış eşine az rastlanır bir soykırım politikası; ABD ve Avrupa devletlerinin desteğiyle ve küresel teşkilatların himayesinde katiller eliyle yürütülmesine rağmen, sözde bağımsız devletler, kölelik bağları ile uluslararası devlet düzenine entegre edilmiş bir sömürge olduklarından bu vahşete karşı hiçbir adım atamadı. Bu soykırımı engellemeye yönelik bırakın caydırıcı adımlar atmayı bu katliamların sorunsuz bir şekilde devam etmesi için “İsrail” ile lojistik, diplomatik, ekonomik, siyasi birliktelik oluşturduklarını gördük. Bir irade ortaya koymaktan aciz, zelil bir şekilde ABD’nin talimatlarının dışına çıkmayan “bağımsız” devletler, “İsrail”e karşı olabildiğince müsamahakar ve şefkatli olduğu halde bu katliamlara karşı imanlarının gereğini yerine getirip karşı durmaya çalışan halklarına karşı olabildiğince gaddar ve sert politikalar yürüttüklerine de şahitlik ettik.

Postkolonyal düzlemde, bağımsızlık sloganlarıyla sahneye çıkan kukla devletler, fiiliyatta kendilerine çizilen sınırların dışına çıkamıyor. Koltuklarını dinlerine tercih eden, küresel düzene gönülden bağlı bu yöneticiler, İslâm ümmetinin en büyük talihsizliğidir. ABD’yi adeta rızık verici gibi gören bu zihniyet, emir bekleyen sadık hizmetkârlara dönüşmüştür. Bunun en somut örneği, ABD Başkanı Trump’ın Körfez ülkelerine yaptığı ziyarette yaşanmıştır. Trump, “efendi” edasıyla ziyaret ettiği bu ülkelerde, bağımsız(!) devletlerin kölelik seremonileriyle karşılandı. “Sizlerin olan benimdir” diye düşünen Trump’a; Katar 1 trilyon 2 milyar dolar, Birleşik Arap Emirlikleri 1 trilyon 400 milyar dolar, Suudi Arabistan ise 600 milyar dolar yardım sözü verdi. Bu hain, zalim yönetimlerce; çocukların açlıktan öldüğü Gazze’ye bir bardak su dahi ulaştırılamazken, kıytırık iktidar koltuklarında oturabilmek adına ümmetin servetleri fidye olarak Amerikalı efendilerinin ayaklarına serildi.

Bu tablo, dekolonizasyonun büyük bir aldatmaca olduğunu ve sömürgeciliğin biçim değiştirerek sürdüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Aynı durum, Trump’ın Suriye Devlet Başkanı Şara ile yaptığı görüşme ve öne sürdüğü şartlarda da açıkça görülmektedir:

• Suriye’nin, “İsrail” ile Abraham Anlaşmaları’na katılması,

• Tüm yabancı savaşçıların (muhacir mücahitlerin) Suriye’den çıkarılması,

• Filistinli teröristlerin (mücahitlerin) sınır dışı edilmesi,

• IŞİD’in yeniden ortaya çıkmasını engellemek için ABD’ye yardımcı olunması,

• Kuzeydoğu Suriye’deki IŞİD’lilerin tutulduğu kampların sorumluluğunun üstlenilmesi.[4]

Bu şartları kabul etmesi hâlinde Suriye üzerindeki yaptırımların kaldırılacağını bildiren Trump’ın talimatları ve çizdiği siyasî vizyona göre hareket eden bir yönetim ne kadar bağımsız olabilir?

Sömürgeci devletlerin maymuncuğu hâline gelen Birleşik Arap Emirlikleri,

“İsrail’e saldırı olursa önce biz karşılık veririz” diyerek efendisinin karşısında iki büklüm olan Ürdün,

mücahitlere hakaret eden ve “İsrail”in hizmetinde çalışan Mahmud Abbas’ın başında olduğu Filistin,

Refah Kapısı’nı kapatan, Gazze’ye duvarlar ören, Süveyş Kanalı’ndan “İsrail” savaş gemilerini geçiren ve Trump’ın “favori diktatörüm” dediği Sisi’nin yönettiği Mısır,

“İsrail”e giden petrolde varil başına 1 dolar 27 cent alındığını alenen beyan eden; Bakü-Ceyhan Boru Hattı’ndan geçen bu petrole dair dahli olmadığını iddia eden; “Kudüs kırmızı çizgimizdir” diyerek nutuklar atan ve aynı zamanda “İsrail”e en çok mal satan beşinci ülke konumunda olan Türkiye,4

“Biz olmasaydık ABD, Irak ve Afganistan’ı işgal edemezdi” diyen İran5 ve daha niceleri… Hepsi, özde küresel efendilerin boyunduruğunda hareket eden; sadece biçimsel bağımsızlığa sahip olan devletlerdir.

Zilletin zirve yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Her yerde bağımsızlıktan söz edilse de, neokolonyalizm aracılığıyla ülkelerde tam anlamıyla bir maduniyet hali hâkim.

Madunluk; bir toplumun uzun süre zulüm veya baskı altında kalması ve bu durumu içselleştirmesidir. Egemen güç tarafından aşağılanmak, pasifize edilmek ve değersizleştirilmek anlamına gelir.6

Sömürgecilik artık fiilî bir işgalden ziyade biçim değiştirerek kültürel bir işgal boyutuna ulaşmış; Batılı kanunlar, değer sistemleri ve ideolojiler aracılığıyla halkların zihni dünyası derinlemesine ifsat edilmiştir. Bu da sömürgeciliğin sadece maddî değil, aynı zamanda fikrî ve ahlâkî bir yıkım aracı hâline geldiğini göstermektedir.

Gerçek anlamda bu esaret zincirlerini kıracak, kâfirlerin küresel egemenliğine son verecek; bağımsızlık aldatmacası ile bölünüp parçalanmış ümmeti yeniden birleştirecek, İslâm’ı kâmil manada tatbik edecek, zulüm altındaki mustazaf Müslümanları ordularıyla kurtaracak yegâne güç hiç şüphesiz Râşidî Hilâfet Devleti’dir.

İşte o zaman, sömürgeciliğin her türlüsü ve kurulan kirli uluslararası düzen tarihin çöplüğüne atılacak; ümmet yeniden izzetini, vahdetini ve hürriyetini kazanacaktır.

Footnotes

  1. Dekolonizasyon Sürecinde Britanya’nın Orta Doğu Politikası, Necmettin Erbakan Üniversitesi Açık Erişim Arşivi.

  2. Haluk Ülman, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Dış Politika ve Doğu Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 1, 1985, s. 283.

  3. Edward Said, Oryantalizm (1978). Bu eser, postkolonyalizmin düşünsel çerçevesini inşa etmiş; sömürgeci ilişkilerin, sömürge yönetimleri sona erdikten sonra da siyasî ve kültürel düzeyde devam ettiğini ortaya koymuştur. Ayrıca Franz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabı da bu konuda temel referanslardandır.

  4. “Katliamlar Sürerken Ticaret Rekoru: Türkiye, İsrail’e En Çok Mal Satan 5. Ülke”, Karar Gazetesi. https://www.karar.com/guncel-haberler/katliamlar-surerken-ticaret-rekoru-turkiye-israile-en-cok-mal-satan-5-1961651

  5. “Hatemî’den İhanetin İtirafı: ‘Biz Olmasaydık Irak’a Giremezlerdi’”, Köklü Değişim. https://kokludegisim.net/haberler/hatemiden_ihanetin_itirafi_biz_olmasaydik_iraka_giremezlerdi

  6. Aktaş, Ümit. Maduniyetin Dönüşümü, Mana Yayınları.