“İzzet” kelimesi; Arap dilinde “güçlü olmak” ve “galibiyet” demektir.[1] Türkçe kullanımında ise; “hürmet, saygı, ikram, kıymet, itibar, büyüklük, yücelik, mertebe ve rütbe yüksekliği, şeref, kudret, kuvvet” anlamlarında kullanılmaktadır.[2]
İzzet kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 6 farklı suredeki ayetlerde yer almaktadır. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
[الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا] **“Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir.”[3] [مَن كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا] “Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allah’a aittir.”[4]
Bu ayetlerde de diğer ayetlerde de “izzet” kelimesi, sözlük anlamında güç, kuvvet, onur, kibir gibi anlamlarda kullanılmıştır. İzzet kelimesi Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadislerinde de yer almıştır. Hadislerde bu kelime ağırlıklı olarak “Rabbinin izzeti” kavramı şeklinde kullanılmak suretiyle gücün ve kuvvetin Allah Azze ve Celle’ye ait olduğu vurgulanmıştır. İbn Hâcer el-Askalânî, “‘Kim izzet ve şeref istiyor idiyse bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır’[5] ayetinde geçen ‘el-izzet’ kelimesinin manası her kim aziz olmak istiyorsa izzeti Allah’tan kazansın çünkü izzet O’nundur ve buna ancak O’na itaatle erilir.”[6] şeklinde açıklama yapmaktadır.
Gerek ayet-i kerimelerde ve gerekse hadis-i şeriflerde geçen “izzet” lafzı tüm anlamları ve kullanımıyla gücün, kuvvetin, üstünlüğün Allah’a, Allah ve Rasulü ile birlikte olanlara ait olduğunu belirtmektedir. Nisa Suresi’nde geçen “onların yanında izzet mi arıyorlar” cümlesinde istifham-ı inkârî kalıbı ile “izzetten yoksun olan kimselerden nasıl izzet istiyorlar?” denilmektedir. İbni Abbâs -Allah ikisinden de razı olsun- münafıkların liderinin Kaynuka Yahudilerinin yanında izzet bulacağını sandığını ve bu nedenle de bu ayetin indiğini ifade etmektedir. Yani onlar izzetten yoksun oldukları hâlde nasıl olur da onların yanında izzet arıyorsunuz? Dolayısıyla bu ayet, Kaynuka Yahudileri nezdinde tüm Yahudilerde ve kâfirlerde izzet, yani güç, kudret, şeref, üstünlük gibi niteliklerin bulunmadığını ve hemen akabinde gelen “Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir” cümlesiyle her hâli ve şekliyle izzetin ancak ve ancak Allah Azze ve Celle’ye ait olduğu bildirilmektedir. Dolayısıyla izzetin ancak Allah Azze ve Celle’ye ait olduğuna inanan ve O’nun yanında izzeti arayan kimse, hem bu dünyada hem de ahirette kazananlardan olur. İzzeti Allahu Teâlâ dışında arayan kimseler için ise hem bu dünyada hem de ahirette rezillik, rüsvaylık vardır.
İslâm ümmeti izzetini nasıl kaybetti?
Hem ayetler hem de hadisler izzetin tümüyle Allah’a, Rasulü’ne ve müminlere ait olduğu belirtildiği hâlde İslâm ümmeti bu izzetini nasıl ve neden kaybetti? İslâm dünyasının bir asırdan bu yana dünyanın her bir yanında yaşadığı sıkıntıları, horlanmaları özellikle yöneticilerinin izzeti sömürgeci efendilerinin, aşağılık Yahudilerin yanında aradığını, belalardan kurtulamadığı şu günleri dikkate aldığımızda bu soru elbette büyük bir önem arz etmektedir. İslâm ümmetinin izzetini nasıl kaybettiği sorusuna cevap vermeden önce on üç asırlık tarih boyunca İslâm ümmetinin nasıl bir izzete sahip olduğu ile ilgili bazı hususları hatırlatmakta fayda vardır.
İslâm'ın hâkim olduğu on üç asır boyunca İslâm ümmeti fakirlik ve yoksulluk sıkıntısı çekmedi. Tarih kitaplarından ve arşiv belgelerinden bunun çok sayıda örneklerini bulmak mümkündür. “Abdurrahman b. Zeyd b. el-Hattab’dan. Dedi ki: Ömer b. Abdülaziz iki buçuk yıl yani otuz ay halifelik yaptı. Allah’a yemin olsun ki Ömer b. Abdülaziz döneminde bir adam yanında yekûn tutan bir malla gelir ve ‘bunu uygun gördüğünüz şekilde fakirlere dağıtın’ der fakat çok geçmeden bu malı verecek herhangi bir kimse bulunmadığı için geri dönerdi. İşte Ömer b. Abdülaziz bu hâlde vefat etti.”[7] Alman Oryantalist Sigrid Honka “Arabın Güneşi Batı’da Parlıyor” isimli kitabında şöyle diyor: “Avrupa, asırlar boyunca donuk bir şekilde kalmasının ardından Avrupa bilinci uyanana kadar geçen sürede, Arap bilim ve sanat kaynaklarından, sağlık ve idari bakım araçlarından neredeyse tümüyle uzaktı.”[8] Bu ifadeleriyle Honka, sanayi devrimine kadar Avrupa’nın her yönden geri kalmış bir yapıda olduğunu İslâm toplumunun ise sanayiden bilimin her alanına, sağlıktan devlet yönetiminde kullanılan araçlara kadar Avrupa’dan çok çok ileride olduğunu itiraf etmektedir.
İslâm tarihi boyunca Müslümanlar iktisadi açıdan iyi bir konumda oldukları gibi ordularıyla da batıdan doğuya dünyanın her bir yanında kahramanlık destanları yazdılar. Bedir Savaşı ile başlayan Müslümanların bu kahramanlıkları, Bizans topraklarının, İran’ın, Azerbaycan’ın, Kafkasların, Viyana’ya kadar olan Avrupa topraklarının, Mısır’ın ve bir bütün olarak Kuzey Afrika’nın fetihleriyle sayısız örneklere sahiptir. İkinci Osmanlı Halifesi Sultan Süleyman bir sayfalık bir yazı ile Fransa Kralını esaretten kurtarabilme gücüne sahipti. Abbasi Halifesi Harun Reşid, daha şehzade iken İmparatoriçe İrene’yi itaat altına alarak cizye vermeye mahkûm etmişti. Halife olduktan sonra da Bizans İmparatoru Nikeforos itaate yanaşmayınca, Konya Ereğli’ye kadar gelerek İmparatordan bağlılık yemini almış ve cizye miktarını artırarak ona boyun eğdirmişti. Sultan Fatih, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadisini gerçekleştirmek için erken yaşlardan itibaren planlar yapmış ve 21 yaşında İstanbul’u fetih müjdesine nail olmuştu.
İşte İslâm ümmetinin tarihinde yer alan sayısız üstünlük ve güç örneklerinin tek kaynağı sahip oldukları akideleri, sımsıkı sarıldıkları İslâm'ın hükümleriydi. Bu hükümler sayesinde onlar çok kısa süre içerisinde doğudan batıya kadar milyonlarca kilometre karelik toprakların sahipleri oldukları gibi, toplumsal ilişkilerde, ekonomik hayatta, bilim ve teknolojide kısaca hayatın her alanında diğer din mensuplarından kat kat üstün bir konumda idiler. Çünkü İslâm ümmeti Allah Azze ve Celle’nin ayetinde de belirttiği üzere “insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetti”. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim, başının ya da sonunun daha iyi olduğu bilinmeyen bereketli yağmurlar gibidir.”[9]
Ancak İslâm ümmeti, onları ayakta dipdiri tutan, kafirler karşısında güçlü, kuvvetli olmalarını sağlayan, haddini bilmeyenlere hesap sorabilme gücünü onlara ihsan eden İslâm şeriatının hükümlerinden ve bu hükümleri tatbik eden İslâm Devleti’nden, Müslümanların halifesinden uzak kaldıkları andan itibaren güçleri ve kuvvetleri kayboldu. Dünyanın her bir yanında hor ve hakir görülmeye başladılar. Aşağılık Yahudi varlığının, onun arkasında duran sömürgecilerin zulümlerinden kurtulamadılar. Topraklarından kovulmalar, işkenceler, geçim sıkıntısı gibi türlü türlü zorluklarla karşı karşıya kaldılar. Çünkü İslâm ümmeti kendilerini güçlü ve kuvvetli hâle getiren unsurları kaybettiler. Efendimiz Aleyhi’s Salatu ve’s Selam şöyle buyuruyor: “Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şüpheyi kabul etmeyen gayet açık) bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden (başka yönlere) sapar. Sizden kim yaşarsa birçok ihtilafa şahit olacaktır. Onun için bilip tanıdığınız sünnetime ve hidayete erdirilmiş olan Hulefâ'i Raşidîn'in sünnetlerine yapışınız. Bunları dişlerinizle sıkıca tutunuz. Başınızdaki halîfe siyah bir köle bile olsa ona itaatten ayrılmayınız.”[10] Yine Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor: “İmam (halife) kalkandır, onun arkasında savaşır ve onunla korunursunuz.”[11]
Evet, bugün Müslümanlar kendilerini her türlü kötülükten ve felaketten koruyacak olan kalkanlarını kaybettiler. Yine tüm düşmanlarına karşı kendileri için adeta bir zırh, siper, kalkan gibi arkasında savaşacakları halifelerini kaybettiler. Müslümanlar, Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Hilâfet’in kaldırılması ile sahip oldukları her türlü gücü kaybettiler. Başlarına kendilerine “düşman”, sömürgeci efendilerine ise “dost” olan hain yöneticiler geldi. Yöneticileri, kendilerini koruyan bir kalkan olmak yerine Müslümanların düşmanı oldular. İslâm'a ve Müslümanlara düşman olanları dost edindiler. Kendi halklarını tutukladılar, işkencelere maruz bıraktılar, servetlerini sömürgecilerin önüne serdiler de İslâm ümmetini fakir ve yoksul bıraktılar.
Evet, işte bunların tümü İslâmî hükümleri Müslümanların hayatlarından uzaklaştırılması, aralarında Allah’ın indirdikleri ile adaletle hükmedecek bir halifelerinin bulunmamasının neticesidir.
Şimdi İslâm ümmetinin eskiden olduğu gibi yeniden izzetlerine kavuşmaları, aralarında gerçek anlamda kardeşliğin tesis edilmesi, zalim ve hain yöneticilerden kurtulmalarının tek çözümü İslâm Hilâfeti’nin yeniden kurulmasıyla ancak mümkün olacaktır. İslâm ümmeti ise buna muktedir bir döneme girmiştir. Artık bundan sonra Müslümanlar tüm güçleri ile Hilâfet’i yeniden ikame etmek için çalışmalıdırlar. İmam Mâlik “Bu ümmetin başı ne ile ıslah olmuş ise sonu da ancak onunla ıslah olur” demektedir. Ömer RadiyAllahu Anh ise “Biz İslâm ile izzet bulmuş bir kavimiz. İslâm'ın dışında izzeti aradığımız ölçüde Allah bizi zelil kılar” demektedir. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisi ile bu makaleyi sonlandırmak istiyorum.
“Gerçekten Allah bana yeri topladı da, onun doğusunu batısını gördüm. Hiç şüphe yok ki, ümmetim bana toplanan yerlerin mülküne ulaşacaktır.”[12]
[1] Kurtubî, Ahkam Tefsiri, Bakara Suresi 206. Ayet
[2] Ayverdi, İlhan; Büyük Türkçe Misalli Sözlük
[3] Nisa Suresi 139
[4] Fatır Suresi 10. Ayrıca bkz.: Saffât Suresi 180, Münâfikûn Suresi 8
[5] Fâtır Suresi 10
[6] El-Askalânî, İbn Hâcer, Fethu’l-Bâri, Kitabu’t-Tevhid, C14, S 454
[7] Behakî, Delaliü’n-Nübüvve, C6, S193.
[8] Sigrid Honka, Şemsü’l-Arap Yestau Ale’l-Ğarb
[9] Ahmed b. Hanbel rivayet etti.
[10] Tirmizî, Mukaddime, H. No: 44
[11] Buhari (2957) ve Müslim (1835) tahric ettiler.
[12] Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fiten H. No: 2889
___
#DeğerlerineSarıl