İslâm davasını anlamak ve o minvalde yaşamak, herhalde dava şuurunu idrak etmiş olan her Müslüman için önemli. Lakin davayı gerçekten de anladık mı ve onun bize yüklemiş olduğu sorumlulukları özümsedik mi, o konuda bazen tereddüt edebiliyoruz. İşte tam da bu mevzu bu makalenin konusu olacak ve “biz gerecekten de davayı anlamışız mıyız?” bunu hep beraber görmüş olacağız.
Dava eri olmak ve onun gerekliliklerini yerine getirmek için kesinlikle örnek ve önderimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve O’nun güzide sahabelerini iyi tanımak ve idrak etmek gerekiyor. Bunu söylerken klasik siyer formatında söylemiyorum. Bilakis dava eri formatında söylüyorum. Yani Rasulullah ve O’nun güzide sahabeleri dava eri olarak ne yaptılar ve hangi fedakârlıkları gösterdiler. Yine hangi hatalarında nasıl bir tavır takındılar. Yoksa klasik siyer anlatımlarında olduğu gibi ahlak ekseninde bir bakış açısı ile ele aldığımızda kesinlikle istenilen neticeyi alamayacağız. Rasulullah ve sahabesi Mekke döneminde dava eri olarak şu özellikleri bizlere göstermiş oldular.
1- Dava onların hayatlarının merkezindeydi.
2- Davanın başarılı olabilmesi için her türlü fedakârlığı göstererek bu konuda ahireti dünyaya tercih ettiler.
3- İmkân olduğu sürece aile, akraba ve iş hayatlarını da ihmal etmediler. Bu şekilde davet etmiş oldukları insanlara örnek olmuş oldular.
4- Dava erleri olarak aile hukukunda başarılı olmaları. Lakin dava nedeni ile aile bireylerinin göstermiş olduğu mukavemetten dolayı davalarından asla vazgeçmediler.
Bu maddeleri muhakkak ki çoğaltabiliriz. Fakat bununla yeterli olduğu kanaatindeyim. Şimdi bu dört başlık üzerinde biraz duralım istiyorum. Ardından bu dört başlık doğrultusunda bunu günümüze uyarlayarak kendimizi muhasebe edelim.
1. mevzu ile alakalı şunları söyleyebiliriz: Rabbimiz Şura Suresi’nin 15. ayet-i celilesinde şöyle buyurmaktadır:
فَلِذٰلِكَ فَادْعُۚ وَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَۚ وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَٓاءَهُمْۚ
“Davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Onların arzularına uyma!” İşte bu ayet-i celilede vurgulandığı üzere Rasulullah dava görevini ifa ettiğinde en öncelikli özelliği Şeriatın emretmiş olduğu sırat-ı müstakim yolundan kıl payı sapmamış olmasıdır. Yine insan olmamız üzere heva ve heveslerimize yenik düşmememiz ve şeytanlaşmış insanlardan beri olmamız istenmektedir. Rasulullah bu daveti yüklenme görevi ile görevlendirildiğinde Nur Dağı’ndan inmişti ve evinde yatağa yatarak tir tir titriyordu. Rabbimiz O’na ilk görevini verdiğinde yani يَٓا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُۙ قُمْ فَاَنْذِرْۙ “Ey örtüsüne bürünen kalk ve korkut!” dediğinde hayatının bundan sonra ne anlama geldiğini anlamış oldu. Nitekim bu süreç gerçekten de çok meşakkatli ve zor bir süreçti. Rasulullah’ın ve O’nunla beraber sahabelerinin merkezinde İslâm davetini yaymak olduğunu gösteren aslında onlarca örnek mevcut. Lakin ben bir örnek vererek bunu size tekrar hatırlatmak istiyorum: Rasulullah’ın ilk hanımı Hatice annemiz ve onunla beraber Rasulullah’ı koruyan amcası öldüğünde o yıl siyer kitaplarında “Hüzün Yılı” olarak geçer. Bi’set’in 10. yılında gerçekleşen bu hadiselerden sonra Rasulullah’ın hem manevi hem de maddi korunağı olan iki önemli şahsiyet vefat etmiş oldu. Sonrasında Rasulullah Mekke’de çok zor günler yaşadı ve adeta O ve O’nunla beraber tüm Müslümanlara her kapı kapatılmış oldu. Artık daveti taşıyacak hane bulamadılar. Kimse ile konuşamadılar. Bu sıkıntılı süreçte Rasulullah Mekke’nin 70 km. yakınlarında bulunan Taif’e akrabalarına daveti taşımak üzere azatlı kölesi Zeyd bin Harise ile yola çıktı. Rasulullah Hz. Aişe annemizin rivayetine göre risaleti döneminde yaşamış olduğu en şiddetli iki olaydan birinin Taif daveti esnasında yaşadığı sıkıntı ve işkenceler olduğu rivayet edilmektedir. Taif’tekiler Rasulullah kabul etmek bir yana bilakis Taiflilerin tüm serserilerini görevlendirerek ve takriben 2,5 km yol boyunca taşlanmalarına, tükürük ve en ağır hakaretlere maruz kalmasına neden oldular. Sonrasında ayakları kanlar içerisinde olan Rasulullah günlerce Mekke’ye giremiyor. En sonunda Müslüman olmayan bir müşrikin yani Adiyy oğlu Mutim’in himayesi ile Mekke’ye girebiliyor. Bu hadiseyi derinlemesine anlamaya çalışan her dava eri Rasulullah’ın hayat merkezinin İslâm Daveti olduğunu görür.
2. mevzu ile alakalı örnek verecek olursak; Rasulullah’ın davetinde başarılı olmasının formülerinden biri Âl-i İmran Suresi’nin 159. ayet-i celilesinde geçen şu sözlerdir:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ
“Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.” Rasulullah davetine hikmetli sözlerle davet etmemiş olsaydı muhtemelen birçok kişi onu dinlemeyecekti ve belki de hakikatleri göremeyeceklerdi. Yine bu konuda Musab bin Umeyr’in Medine’de takındığı üslubunu örnek verebiliriz. Nitekim Medine’nin ileri gelenlerinden Esad bin Zurare’yi ve daha önemlisi Sad bin Muaz’ı çok isabetli ve basiret dolu tavrı ile kazanabildi. Bunları yaparken çoğu zaman ölümü göze alarak yaptı ve birçok kez ölümden de döndü. Bunun yapan sahabe ise hiç kuşkusuz ahireti dünyaya tercih etti ve Medine’de İslâm’ın ilk devletinin kurulmasına önayak oldu. Bu güzel sahabe ise Uhud Harbi’nde şehit olduğunda üzerine kefen olarak örtecek bez bulamışlardı. Vallahi Muzab bin Umeyr ahireti dünyaya tercih etti.
3. mesele ile alakalı örnekler: Evet, davet mücadelesi zor ve meşakkatli bir iştir. Bunun şuurunda olan sahabe her türlü zorluğa rağmen sılairahime önem verdi. Rasulullah’ın ilk tebliğleri arasında sılairahimin de yer aldığını unutmayalım. Yine O’na ilk destek veren ve arka çıkanlardan biri de amcasının oğlu Ali RadiyAllahu Anh olmuştur. Buna mukabil O *SallAllahu Aleyhi ve Sellem’*e en azılı düşmanlığı yapan da amcası Ebu Leheb olmuştur. Sahabeden biri “Ey Allah'ın elçisi, benim yakınlarım var. Ben onları ziyaret ederim, onlar bana gelmez. Ben onlara iyilik ederim, onlar bana kötülük eder. Ben onlara yumuşak davranırım, onlar bana kaba davranır. Peygamberimiz; Eğer dediğin gibi isen, onlara sıcak kül yutturmuş oluyorsun. Sen böyle davrandığın sürece, Allah’ın yardımı seninledir.” [Müslim, Birr, 6. IV, 1982]
Yani daveti taşıyan bireyler her ne olursa olsun en önce akrabalarına, komşularına, iş arkadaşlarına, okulda ve sair ortamlarda hep örnek ve rol model olmalı. Bunu kesinlikle sahabenin ve en başta Rasulullah’ın hayatında hep görüyor ve gözlemliyoruz.
4. mesele ile alakalı Ümmü İshak örneğini verebiliriz: Hatice annemizden sonra ilk Müslüman sahabelerden biri olan Ümmü İshak bu şerefli adımı kocası iman etmediği hâlde ve zaman zaman ona işkence yapmasına rağmen geçekleştirdi. Sabırla imanından vazgeçmedi ve hicret zamanı geldiğinde kardeşi ile gizli bir şekilde Medine yoluna çıktı. Üç günlük yolculuktan sonra bir yerde mola verdiler. O esnada Ümmü İshak’ın kardeşinin acele ve gizli çıktıkları için Mekke’den mallarını almayı unuttuğunu hatırladı. Ümmü İshak tehlikeli olduğunu ve kocasının onu öldüreceğini ısrarla hatırlatmasına rağmen kardeşi Mekke’ye geri döndü. Ümmü İshak çölün ortasında onu üç gün bekledi ve sonra Mekke’den gelen bir kervanı görünce onlara kardeşini sordu ve öldüğü haberini aldı. Sonrasında ise çok üzgün bir şekilde “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” diyerek saatlerce hatta günlerce ağlayarak kadın başına, gündüzleri gizlenerek geceleri de Allah’a tevekkül ederek Medine’ye doğru hicretini devam ettirdi.
Evet, bu kısa hatırlatmalardan sonra bu dört mevzuyu günümüze uyarlamaya ve özellikle dava erleri olarak bizler üzerinden anlamaya çalışalım. Evli bir çocuk babası olan bir üniversiteli kardeşimiz üzerinden dava hakikatini anlamaya çalışalım. Evli ve bir çocuk sahibi olması aile hukuku açısından, üniversite öğrencisi olması hem eğitim konusu açısından hem de nafaka mevzusu açısından önem arz etmektedir. Evli olan bu kardeşimiz dava eri olduğu için kesinlikle hanımı ve çocuğunu ihmal edemez. Yine dava eri olan bu kardeşimiz, “ben okuyorum” diyerek nafakasını da ihmal edemez. Üniversitede öğrenci olması hem nafaka temini ve hem de davet çalışmaları açısından önemli. O sebeple bu pozisyonuna, örnek bir dava adamı portresi çizmesi açısından da özellikle dikkat etmesi gerekmektedir.
Şimdi tüm bu unsurları, yukarıdaki dört başlık ile ilişkilendirdiğimizde nasıl bir tablo ortaya çıkmaktadır? Dünyevi olarak adlandırılan eğitim ve iş hayatı, bir dava erinin davasını ölüm-kalım meselesi olarak görmediği anlamına kesinlikle gelmez. Bilakis üniversite okuyan ve üniversiteli gençlerle davasını taşıması diğer halk kesimlerine yönelik yapacağı davet çalışmaları gibi değildir. Bu, üniversite öğrencileri dışındaki “sıradan” kişilerin önemsiz olduğu ya da davaya katkısının olmayacağı vehmine sevk etmemeli bizi. Fakat davanın fikirle olması, üniversitede okuyan bir Müslümanın bu fikirleri anlaması ve idrak etmesi tabii ki daha farklı olacaktır.
O hâlde; davasını ölüm-kalım meselesi olarak değerlendiren yani davasını hayatının merkezinde gören, evli ve çocuklu bir üniversite öğrencisinin vakası nasıl anlaşılmalı? Öncelikle günün 24 saatten, haftanın da 7 günden ibaret olduğunu söylememiz gerekiyor. Bir dava erinin, haftanın 7 gününü, günün 24 saatini davaya ayırması biyolojik olarak mümkün değildir. Buna mukabil Müslüman bir aile babasının nafakasını temin etme konusunda ihmalkâr davranması da söz konusu olamaz. Yani günde 5-7 saat uyuması ve kendisine muhtaç olan ailesinin nafakasını temin etmek için günde 7-9 saat çalışması normal bir durumdur. Tabii ki üniversiteye giden bir gencin günde 7-9 saat çalışması vakaya ters olduğu için bu muhtemelen 3-6 saati geçmeyecektir. Dolayısıyla ortalama olarak; üniversiteye gitmeyen birisi günün 12–16 saatini, üniversiteye giden birisi de günün 8-10 saatini bu iki konuya ayırmak durumundadır. Üniversiteli gencin günde 3-5 saat arasında derslerine vakit ayırdığını da hesaba katarsak toplamda 11-15 saat hesabı karşımıza çıkmaktadır. İş ve çalışma genelde haftanın beş günü olduğundan hafta sonu işten muaf tutulacağı için daha fazla vakti olacaktır.
Evli olan ve aynı zamanda nafakasını temin etmek için çalışmak zorunda olan bir üniversiteli genç üzerinden meseleye bakarsak; bu kişi, günün ortalama 16-22 saatini; uyku, üniversite ve nafaka temini için kullanması gerekir. Biz ortalama “19 saat” diyelim. Geri kalan 5 saatte de hiç kuşkusuz kendisi ve ailesine kullanması gerekiyor. Diyelim ki 2 saatini ailesi için, 1 saatini dinlenme ve üç saatini de davaya ayıran bir genç kesinlikle takdir edilmesi gereken bir iş yapmıştır.
Bahsetmiş olduğumuz özellikleri üzerinde barındırmayan (evli olmayan, okula gitmeyen ve ailesi için nafaka temini zorunluluğu olmayan) bir dava eri ile -ki bu kardeşimiz hayatını ciddi olarak gözden geçirmesi gerekiyor-, günde kalan 3-4 saatini davaya ayıran evli-öğrenci dava eri genç arasında ciddi bir fark olduğu hepimizce malum olsa gerek.
Şimdi bahsetmiş olduğumuz bu kardeşimiz, 3-6 ay içerisinde 3-5 kardeşimizi davaya kazandırabilmiş veya fikrî ve fiilî olarak birçok faaliyette bulunmuş ise kendisi hakkında kesinlikle bu kardeşimizin dava eri olmadığı veya davayı yeterince ciddiye almadığı söylenemez. Fakat şunu da hatırlatmadan geçemeyeceğim: Maddi imkânı olup da günde 1 saat belki de hiç çalışmayan bir kardeşimiz doğal olarak davaya daha çok vakit ayırmalıdır. Kendisini daha iyi geliştirmeli ve daha fazla maddi destek olmalıdır. Nitekim davayı anlamış olan kardeşimiz de zaten bunu yapacaktır.
Özetle; şunu söyleyerek konuma son vermek istiyorum: Dava eri olmak veya davayı taşımak beş vakit namaz gibi zamanı ve miktarı belli olan bir ibadet türü değildir. Yine dava aslında günde bir veya iki saate veya haftada bir güne sıkıştırılacak bir mevzu da değildir. Bu, ölüm-kalım meselesi olarak adlandırılan ve gerektiğinde her şeyden vazgeçmene neden olan en elzem bir ibadettir. Lakin bu tarif, yapılması gereken güncel işlerimize kesinlikle engel değildir ve olmamalıdır.