‘Cumhuriyetin getirdiği yenilikler’ diye “Google”da bir tarama yaptığımda gariptir ki İslâm ümmetinin gerçekte kaybettiklerinin neler olduğunu toplu halde görmüş oldum:
Siyasal yeniliklerin başında Halifeliğin 1924 te kaldırılması…
Kültürel olarak şapka kanununun getirilmesi (1925)…
Hukuksal açıdan laik kuralların şer’i kanunların yerine ikame edilmesi (1924-1937)…
Eğitim alanında ise Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin getirilmesi (1928)…
İşte siyasal, kültürel, hukuki düzenlemeler ile bir hayat sistemi olan İslâm’dan uzak ucube bir toplum inşa etmeye yeltendiler ve buna da yenilik [yenilenme] dediler.
Gerçekten öyle miydi?
Halifeliğin kaldırılmasıyla ümmet rahatladı mı? Despot bir nizamdan ve tek adam balyozu ile ezilmiş milletler büyük bir zulümden kurtuldu mu?
Laik kanunların yokluğu ümmet için büyük bir yoksunluk, eksiklik miydi?
Şapkanın giyilmemesi, buna karşılık kılık kıyafetteki -sözüm ona- tüm bu yenilikçi düzenlemeler büyük bir sorunsal mıydı?
Hele hele Arap alfabesinin kullanılması eğitim hayatında olası ilerlemenin, buluşların ve bilimsel gelişmelerin önünde büyük bir engel olarak mı duruyordu?
Elbette tüm bu garip iddialar somut gerçeklerin ışığında açıklığa kavuşur ve hakikat gibi vehmedilenler gerçeklerle yüzleşir.
Bu çerçevede özellikle devasa bir ‘imparatorluk’ ve ‘zengin yer altı kaynaklarının’ varlığını da göz ardı etmeden meseleye, Batı’nın sömürgecilik politikaları ve ideolojik yayılma hedeflerini de gözeterek bakmanın zarureti gün gibi ortadadır.
Dönemin güç odakları gözünü doğuya çevirmişken, keskin nazarlar gelişmişliğin ve ilerlemenin yolunun sömürmekten geçtiğini kavramışken elbette bunu başarmanın yolunun sadece savaşlarla olmayacağını bilmiş olmaları gerekir…
“Nasıl yapıp ederiz de bu ümmeti parçalarız? Kültürünü, değerlerini, akidelerini, benimsedikleri hayat görüşlerini, felsefelerini ve örflerini hangi yöntem ve üsluplarla zihinlerinin ve dimağlarının gerisine atarız?”
Bu hesaplarla öyle bir plan icra edilmeliydi ki; yüzyıllar sonra bile geriye dönüp baktıklarında tarihlerinden, kahramanlıklarından ve fedakârlıklarından başka övünecek hiçbir tarihî mirasları kalmamış olsun!
Öyle bir dönüşümle revize edilmeliydi ki, uyanışa gebe olan ümmetin, her bir yeni stratejik planı sert bir kayaya toslasın, her kalkınma hamlesi duygusallıkla körelsin, ceht ve hamaset duygularıyla ayağa kalsın ancak sonra gerisin geriye dönsün!
Öyle bir güç ile bastırılmalıydı ki her bir kıyam, her bir takat, her bir azim ve her bir fırsat, ağlama duvarında bir gözyaşına dönüşsün istendi... Başarıldı!
Peki nasıl?
Toplumsal değişimin ve inkılâbın en temel unsuru olan ‘nizam’ değiştirilmeliydi!
Çünkü nizam; toplumsal hayatın temeli, ilişkilerin serencamı, düzenin hamuru ve bağlılığın perçiniydi. Bu düzen ve bağ keskin bir bıçakla öylesine kesilmeliydi ki uzay boşluğunda nefessiz bir astronot misali kalakalmalıydı... Öyle de oldu.
Altı asırlık tarihî birikim, yenilikçi ve modernist Batı’nın karmaşık ve dindışı fikirleriyle yoğruldu ve cıvıklaştırıldı. Önce değer zincirinin en önemli ve hayati noktasında yer alan halkası olan İslâm hedef alınmalıydı. İslâm’ı varlık sahnesinde aziz kılan Hilâfet ise can damarıydı. O hedef alındı.
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Hilâfet’in temelleri dinamitleniyor ve Ümmet başsız ve atasız bırakılıyordu. 29 Ekim 1923 yılında egemenlik ve yönetme yetkisi -ki hüküm tümüyle Allah’a aittir- halka verilerek Müslüman halk sorun yumağıyla baş başa bırakılıyordu.
1924 yılında şeriat mahkemelerinin kaldırılması sonucu halk sorunlarını fasletemeyince, dönemin kurucu unsurları, 17 Şubat 1926'da Türk Medeni Kanunu’nu ve 22 Nisan 1926'da ise Borçlar Kanunu’nu İsviçre'den ithal ederek Müslüman halklara uygulamaya çalışmışlardır. Yani İslâm’ın sağladığı içtimai ve iktisadi refah, gavurların kapitalist siyasetlerine entegre edilerek, gayr-i meşru ve toplumu huzursuz kılacak nizam, ölçü ve değerlere bağlanmaya zorlanmışlardır.
Öte yandan, 1 Mart 1926'da kabul edilen Ceza Kanunu ise İtalyan kâfirlerinin çeyrek yüz yıl öncesine ait Ceza Kanunu'ndan alınarak halka zorla tatbik edilmekteydi. E tabi 1924 yılına kadar uygulanan şer’i ceza kanunları ile halkın iradesi zorla elinden alınmıştı. Bu hak yeniden iade edilerek, cumhurun iktidarında bu tarz hayatı benimseyenlerin hayatına son verilmiştir! Daha sonra 1929’da Almanların Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu alınarak revizyonu bir başka kâfir devletin tekeline teslim etmişlerdir.
Yaklaşık 94 yıldır bu köhne, bağnaz ve ithal kanunların tekelinde yönetilen halk, buna zamanla o kadar alıştı ki; meşruluğunu ve sahihliğini dahi sorgulama gereği duymamaya başladı. Yakın zamana kadar, 1982 Anayasasının ‘artık eskidiği’ söylendiğinde dahi bunu söyleyen ağızlar ‘Müslümanca’ bir düşünüşten adeta soyutlanmış olmalı ki ‘Bu anayasa Kur’an’dan ve Sünnet’ten kaynaklanmalıdır’ temel düşüncesini akıllarının ucuna dahi getirmediler. Bu anayasaların toplumu getirdiği noktanın farkında olunmasına rağmen, revizyondan dem vurup ‘sivil, demokratik ve cumhuru esas alacak bir anayasa ihdas etmeliyiz’ diyorlardı. Erdoğan’ın, “Anayasada devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olması esas alınıyorsa, özellikle İslâm’a vurgu yapmaya ne diye ihtiyaç olsun?” demesi ise Batılı değerlerin toplumun bireyleri tarafından ne derece benimsendiğinin adeta bir ispatı gibi durmaktadır.
Bugüne gelindiğinde ise toplumun ekonomik, içtimai, eğitim ve diğer birçok konuda gerçekten müreffeh ve mutlu olduğunu iddia edebilir miyiz?
Uygulanan eğitim sitemi ile çocuklarımızın, milli değerlerimizi özümseyip- ki milli değer lafzı da sorgulanması gereken ucube bir kavram gibi duruyor- sahih değerlerine, geçmişine, tarihine ve dinî değerlerine sahip çıktığını iddia edebilir miyiz?
İsviçre’den ithal edilen içtimai kurallarla aile yapımızın sağlam temellere dayandığını, yuvaların yıkılmadığını, boşanmaların son yüzyılda giderek azaldığını, çocukların kapkaç, bali, tiner, bonzai müptelası olmadığını iddia edebilir miyiz? En acısı da hamile kadınların ormanda öldürülmediği, çocukların çetelerin insafına terk edilmediği huzurlu bir toplumdan bahsedebilir miyiz?
Uygulanan ceza kanunlarıyla, suç oranlarının ivedilikle her geçen gün azaldığını, suçluların cezasının mağdur kimselerin yüreğine su serpecek düzeyde verildiğini, haksızlığa uğrayan, mağdur ve mazlumların haklarının gasp edilmediğini iddia edebilir miyiz?
Cumhuriyet’in varlığında ve Hilâfet’in yokluğunda katliamların ve soykırımların hesabını, son bin yıla kıyaslamaya gerek duyanımız var mı?
Cumhuriyet’in varlığında ve Hilâfet’in yokluğunda tarihin yüzünü utandıracak iftiralarla Müslüman toplulukların, Müslümanların eliyle ötekileştirildiği, yok edildiği, firavunları ve nemrutları imrendirecek ittifaklara ve aşağılık politik hesaplara kurban edildiği bir yüzyıl daha hatırlayanımız var mı?
Buyrun ey Müslümanlar, Müslümanların Hilâfeti’nin elinden çalındığı ve Batı’nın çirkin siyasetini sahiplendiğimiz Cumhuriyet’i kutlama zamanıdır!
Buyrun ey Müslümanlar, Müslümanların kanı üzerine bina edilen Batılı kâfirlerin demokratik değerlerini Cumhuriyetle taçlandırma zamanıdır!
Kardeşlerim ‘asil bir milletin şahlanışı ve küllerinden yeniden doğuşu’[1] ancak Hilâfet’in yeniden ikamesi ile mümkündür. Cumhuriyet ile bu şahlanış 94 yıl önce törpülendi ve yok edildi.
Haydi, şahlanış zamanı...
[1] R. T. Erdoğan, Cumhuriyet Bayramı konuşması 28.10.2017 https://www.tccb.gov.tr/