Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi O’nun hidayetine tabi olanların üzerine olsun.
Bu satırları size Silivri 4 No’lu Cezaevinden yazıyorum.
Bizi tanıyanların malumu olduğu üzere Hizb-ut Tahrir’e üyelik suçlamasıyla iki dosyam, 2017 sonunda onanmıştı. 20 Şubat 2019 tarihinde evimin önünde, saat 11.00 civarı gözaltına alınıp önce Bağcılar Yüzüncü Yıl Karakolu’na, ertesi gün de Metris Cezaevine, bir gün sonra da Silivri 4 No’lu Kapalı Cezaevine getirildim.
Silivri Cezaevinin sakinleri dönem dönem değişse de, yargıda söz sahibi klikler yine dönem dönem değişse de 1967 yılından bugüne Hizb-ut Tahrir üyelerinin makûs talihi değişmiyor.
Elbette yargının adaletsiz uygulamaları sadece Hizb-ut Tahrir mensuplarını kapsamıyor. Cezaevlerinin o soğuk betonları arasında ne acı hikâyelere, ne yargısız infazlara tanık oluyor insan. Hatta kendi derdini unutuyor, onların dertleri ile derleniyorsunuz.
Bugün 25 Şubat 2019. Yani bir 28 Şubat’ın daha arifesindeyiz. Ancak bu mektubum size ulaştığında belki 28 Şubat’ın yıl dönümü geçmiş olabilir. 28 Şubat tarihi her ne kadar bir döneme hasredilse de aslında bu dönemin de o dönemden farkı yok. Hatta belki de daha kötü! Karar gazetesinin yazarı Ahmet Taşgetiren bunu dillendirdiğinde büyük bir linçe tabi tutulmuştu. Ama maalesef hakikat bu. Keşke öyle olmasaydı da biz de bu satırları yazmasaydık.
Yukarıda iki dosyamın onandığını ifade etmiştim. 2005 yılında katıldığım bir basın açıklamasından sonra “silahsız Hizb-ut Tahrir örgütüne üyelik” suçlamasıyla dava açılmıştı. Bu süreçte 5 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye olmuştum. Nihayetinde yaklaşık 13 yılın sonunda 16. Ceza Dairesi 2017 sonunda bu dosyamı onadı. Yargıtay 16 Ceza Dairesi bu dosyamı onadığında artık kanunlarda “silahsız örgüt” diye bir tanımlama yoktu. Çünkü bir örgütün “terör örgütü” sayılabilmesi için silah, cebir vs.yi yöntem olarak kullanması gerekiyordu. Ama olsun; suçlama buydu ve Yargıtay 16. Ceza Dairesi olamayan suçtan (“İlerde şiddete başvurabilir.” -9. Ceza Dairesi-), olmayan kanundan, şu anda “FETÖ”ye üyelik suçlamasıyla yargılanan yargıçların verdiği kararı olduğu gibi onadı. Aradan fazla bir zaman geçmeden ise bu defa da hakkımda “silahlı terör örgütüne üye olmak”tan Yargıtay 16. Ceza Dairesi ikinci bir dosyayı onadı. Oysa iddialar kopyala-yapıştır şeklinde aynı iddialardı. 3 ay ara ile hem “silahsız örgüt” hem de “silahlı örgüt” üyesi suçlamasıyla cezalar onanmıştı. 3 ayda acaba ne değişmişti? Elbette değişen Hizb-ut Tahrir değil; kanunlardı…
Yargıtay 16. Ceza Dairesi adeta “altın çağını yaşadığını” dost-düşman herkese gösteriyordu. Oysa Hizb-ut Tahrir’in İslâmi bir parti, metodunun fikrî ve siyasi bir çalışma olduğunu, cebir, şiddet, baskı, korkutma gibi “terör” fiilleri sayılan tüm bu eylemlere bulaşmadığını aksine tüm bunlara maruz kaldığını neredeyse “sağır sultan” bile duymuştu.
Gelin görün ki yargı ne görüyor, ne de duyuyordu. Kurdun kuzuyu yemeyi kafaya koyduğu gibi yargı da Hizb-ut Tahrir hakkında her dönem bir kanun bulup uyduruyor ve cezalar veriyordu. Biz ise bizleri yoktan var eden Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya sığınıyoruz. O ne güzel vekildir.
Bir hukukçu “2x2 matematikte 4 yapmaz ama hukukta yapar” demişti. Gel gör ki bu Türk yargısı için geçerli değil. İstisnasız tamamı birbirinin aynısı olan Hizb-ut Tahrir iddianamelerine bir mahkeme beraat verirken, bir mahkeme ceza verebilmektedir. Bir mahkeme propaganda derken bir mahkeme üyelikten ceza vermektedir. Diğer taraftan Yargıtay 16. Ceza Dairesi üyesi Mustafa Kurtaran gibi kimi vicdanlı hukukçular 40 sayfaya yakın Hizb-ut Tahrir’in “terör örgütü” olmadığını şerh düşerken diğer üyeler bir (1) tane bile gerekçe göstermeden oy çokluğuyla cezalar verebilmektedir.
Yine Anayasa Mahkemesi Yılmaz Çelik, Adnan İzgi ve Mahmut Oğuz kararında olduğu gibi tüm bu hukuksuzluklara dikkat çekerek “Hizb-ut Tahrir terör örgütü değildir” derken yerel mahkemeler ise “yeniden yargılama” hakkını vermemektedir.
Şimdi soruyorum: hani 2x2 matematikte 4 yapmaz ama hukukta yapardı?
Şimdi bu Ağır Ceza Mahkemelerinin İstiklal Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve Özel Yetkili Mahkemelerin birbirinin kötü birer kopyası olmadığını, birbirinin devamı olmadığını bize hangi uygulaması düşündürecek?
Yine 16. Ceza Dairesi’nin bir dönemin noteri gibi çalışan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin devamı olmadığını bize ne düşündürecek?
Elbette ki Türkiye’deki yargı sorunu yeni değil! Yargıçlar ideolojik kararlarla kendisini yasama yerine koyduğu gibi siyasete göre de kararlar vermektedir. O yüzden yargı kararlı hep tartışılmıştır. Dün başka kanunlar vardı, bugün başka. Dün yargıya hâkim olanlar başkaydı, bugün başka. Ama hangi klik gelirse gelsin “adalet”ten ziyade zulümleri konuşulmaktadır. Belki de bu yüzden Türkiye’de en güvenilmez kurum, yargı kurumudur.
Ama bu sorun da, sistemin dayandığı esasın bozuk olmasıyla alakalıdır. Esas bozuk olunca üzerine bina edilen her şey bozuk oluyor. Yani temel bozuk olunca kumdan, demirden, çimentodan çalarsan üstüne iki kat da kaçak çıkarsan Kartal’daki bina gibi ansızın bir gün çöküp gitmez mi?
Sonrasında yayın yasağı getirmek, sansür uygulamak bu sorunu çözmeyeceği gibi kendisinden sonra geleceklerin de uygulayacağı ve “siz de yapıyordunuz” diyecekleri kötü bir yol göstermektir.
Sonuç olarak; bugün 28 Şubat Post-modern darbeyi yapanlar “yargılandı” ve sözde “ceza” (ödül) aldı. Ama hala onların mağdurları cezaevlerinde tutuluyorsa yine bugün “terör örgütü” kabul edilen “FETÖ”nün verdiği kararlar hala uygulanıyorsa ve ceza veren savcı ve hâkimlerle aynı cezaevini paylaşıyorsanız…
Sanırım artık hem sözün hem de yargının bittiği yerdeyiz.
Selametle kalınız…