Bizler, bir vücudun azaları gibi, birbirine kenetlenmiş bir binanın tuğlaları gibi olmaktan uzaklaştığımız günden bu yana, ateş düştüğü yeri yakar oldu. Hapis damlarında haksız bir şekilde gençliklerini, hayatlarını tüketen bir yakınımız yoksa şayet, gündemimize gelmez Yusufiler. Oysa onların da özledikleri anneleri, babaları, eşleri, nişanlıları var, öpüp koklayamadıkları evlatları var. Bir Yusufi’yi anlamak ve anmak için belki bir parça Yusufi olmak lazım. Belki o zaman esaret altında olmadan yaşanılan hayatın bir nebze olsa kıymeti bilinir. Adımları kesen yüksek duvarlar bekçi gibi durur karşısında insanın. Boş ve uzun koridorlarda yankılanan sürgünün sesi bunaltır. Dokunulacak toprak bulunamaz, sadece kısa yağmur sonrası kokusu hasret ile içe çekilir. Hasta olmayıversin, dişi ağrımasın insanın. Küsüp çekilebileceğin bir odan, bunaldığında çıkıp hava alabileceğin caddeler, çay bahçeleri olmaz. O halde Yusufiler için bir şeyler yapılmalı.
İslami fikirlerden uzaklaştıkça duyarsızlaştık. Duyarsızlaştıkça da her türlü zulmü kanıksar olduk. Değil mi ki sürgünler, işten atmalar veya hapis olma karşısında üzülmek, katliamları dahi normal karşılar olduk. Bütün beldelerimizde “kardeşlerimizin” kanı ve gözyaşı akıyor. Başta Amerika olmak üzere, İngiltere, Rusya, Çin, Fransa ve bütün emperyalist ülkeler zulümlerine ara vermeksizin devam ediyorlar. Ümmetin başındaki yöneticiler ise ümmetin katilleri ile iş tutar, dostluk naralarını atarlar. Oysa uşaklık ederler de kendilerini aynı seviyede dost gibi sunarlar. Hoş, onlar ile dost olmak onlara uşak olmaktan daha üstün bir konum sağlamaz onlara. Şayet inandıklarını iddia ettikleri Kur’an’ı birazcık okusalardı anlarlardı. Ancak onlar Kur’an’ın içine bakmazlar, baksalar da onunla hükmetmezler. Onlar ancak O’nu tilavet eder, Mushaf’ı halkın önünde öpüp başına koyar, böylece Mushaf’ın içine vakıf olmayıp ama dışına âşık olmuş halkı peşlerine takarlar. Celladına âşık olan bir halk, celladın zulümlerini görmez ki zalime “sen zalimsin!” diye haykırabilsin.
İşte böylesi kör âşıkların nutuklarının yankılandığı atmosferde bir 28 Şubat’ı daha karşılıyoruz. Hani faillerinin “bin yıl sürecek” dedikleri 28 Şubat. Hani “bu, Müslümanlara karşı topyekûn bir savaştır” dedikleri süreci başlatan 28 Şubat. Aslında şubat ayı genelde soğuğu ile meşhurdur. Ancak İslâmi camialar nezdinde Şubat ayının başka bir hüznü vardır. Şubat ayı ayrıca “şehitler ayı” olarak da anılır. Çünkü nice İslâmi şahsiyetler bu ayda farklı şekillerde katledilerek şehit edilmiştir. Bazı şahsiyetlerin öldürülmesi ile Müslümanlar yeterince sindirilmeyince İslâm’a karşı kin ile dolu, laikliğin bekçiliğini üstlenmiş bir grup, bu sefer Müslümanlara karşı çok daha kapsamlı bir harekâta giriştiler. Bu harekâtın startının verildiği gündü 28 Şubat.
Aslında bizim kara kışımız 3 Mart 1924’te başladı. Yeryüzünün bahara hazırlandığı bir mevsimde, bizler ayazları yaşar olduk tüm iklimlerde. İslâmi duyarlılığın yeşermeye yüz tuttuğu bir zamanda yine devreye devletin beka kaygısı girdi ve Müslümanlara tekrar kara kışın soğuğunun hatırlatıldığı gündü 28 Şubat. Nice canlar yandı, nice hayatlar karartıldı. Ve halen küllenmemiş korlar, ateşler yakar yürekleri.
Müslümanlar, öyle kumpaslar ile derdest edildiler ki her bir mağdurun yürek yakan hikâyesi vardır. Sözüm ona şüphelinin evine baskın yapıldığında, o gece evde misafir olarak bulunanı terör örgütü üyeliğinden yıllarca cezaevinde tuttular. Camiye baskın yapıldığında o sırada sadece defi hacet için caminin tuvaletine gidenin yıllarca içerde yatmasını mı dersiniz, polisin kendi ürettiği suç unsurları mı dersiniz, işkenceler ile yersiz suçlamaları imzalatmak mı dersiniz… öyle ya da böyle, geridekiler için ibretialem olsun diye birilerinin canı, haksız ve fena bir şekilde yakılacaktı; yaktılar da 28 Şubat’ta. Şu örnek, o süreçte devletin Müslümanlara bakışını net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Ramazan ayında açık olduğu için bir lokantanın camına taş atıp kıran ve daha çocuk denilecek bir yaşta olan birine bu eyleminden dolayı devletin anayasal bütünlüğüne kasten, silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmekten ceza verilmiş. Gerisini varın siz düşünün.
Bu 28 Şubat son olacak mı? Haksız, hukuksuz ve mesnetsiz bir şekilde yıllarca cezaevlerinde yatan yüzlerce Müslümanlar çıkacak mı, bilmiyorum ama çıksalar dahi hiç kimse çalınan hayatlarını onlara geri veremeyecek, bunu biliyorum!
28 Şubat mağduru olduğunu iddia edenler iktidar oldu ama diğer mağdurları 15 senedir bir türlü hatırlayamadılar. Almanya Başbakanı istedi diye yirmi dört saat geçmeden tutuklu gazetecileri bırakılıyor da masumiyetleri ve mazlumiyetleri ispat edilen bunca Müslüman niye çıkarılamıyor?
28 Şubat faillerinin yargılandığı bir süreçte niye halen aynı zihniyet ile Müslüman şahsiyetler ve âlimler içeri atılıyor? Daha iki ay önce 105 Müslüman hakkında 660 yıl ceza veren zihniyet, 28 Şubat zihniyeti değil mi? Bir tavuğu dahi kesmekten çekinen Müslümanları “terörist” ilan edip yıllarca cezaya mahkûm etmek, 28 Şubat zihniyetinden başkasının işi değildir. Öyle anlaşılıyor ki mağdurların haklarına kavuşmaları için 28 Şubat zihniyetine biat etmeleri isteniyor/gerekiyor…
Halbuki Müslüman, her türlü zulme karşı sesini yükseltir ancak zulme uğramamak için şahsiyetinden de taviz vermez. Af dilenmez, merhamet beklemez, zalime, “sen zalimsin” demekten ve hak sözü söylemekten hiç vazgeçmez. Bu böyle olduğu müddetçe, 28 Şubatlar bitse de 28 Şubat zihniyeti asla değişmez. Çünkü 28 Şubat zihniyeti İslâm karşıtı sistemin ta kendisidir. 28 Şubat öncesi bu zihniyet farklı değildi ve halen değişmiş değil. Çünkü sistemin zihniyeti ne darbe ile değişir ne de hükümetler ile değişir. Seçim ile başa gelen de darbe ile başa gelen de aynı beşerî yasaları uygular. İslam karşıtı laik ve Kemalist rejimi uyguladıktan sonra baştaki namaz kılsa ne olur kılmasa ne olur. Değişen sadece uygulamadaki üsluptur. Dolayısı ile bu beşerî sistemler kendi bekaları için İslâmi hayatı isteyen Müslümanlara hak-hukuk tanımadan her türlü zulmü icra etmekten çekinmezler.
Son olarak Rabbimizin şu ayetlerini hatırlatmak isterim:
وَلاَ تَرْكَنُواْ إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِنْ أَوْلِيَاء ثُمَّ لاَ تُنصَرُونَ
“Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz!” (Hud 113)
أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ
“Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Maide 50)
وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: “Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.” Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.” (Bakara 120)