24 Haziran seçimlerinden sonra yeni yönetim şekli olan Cumhurbaşkanlık/Başkanlık sistemi resmen ve fiilen yürürlüğe girdi. Kurulan kabine, ilk toplantıyı cumhuriyet rejiminin temellerinin atıldığı ilk mecliste yaptı. Bu hareket ile ne mesaj verilmek istendi -kendilerince açıklanmadan tam olarak- bilinmez. Ancak bu hareketle ben, iki çıkarımda bulundum. Birincisi, cumhuriyetin üzerinde kurulduğu ve CHP’nin ambleminde altı ok ile temsil edilen ilkelerin yine esas alındığı, ikincisi; aynı ilkelerin farklı bir sürümün kurucu ilk başkanı olduğunu göstermek olarak algılıyorum. Zaten bu iki husus, daha önceden yapılan açıklamalar ile örtüşmektedir.
Başkan, ilk olarak kurumlarda bir takım değişiklikler yaptı. Bazı bakanlıklar ve kurumlar kapatıldı, bazıları birleştirildi ve yeni bazı kurumlar ihdas edildi. Akabinde, OHAL’in tekrardan uzatılmayacak olması sebebi ile güvenlik politikalarını engelsiz bir şekilde icra etmek adına, OHAL yokluğunu aratmayacak bir takım yasal düzenlemeler yapılmaya girişildi. Bu tür değişiklikler, zor hayatlar yaşayan vatandaşlar için bir kolaylık getirir mi, zaman gösterir. Ancak, yapılan ve bundan sonra da yapılabilecek değişiklikler tamamen şekilseldir. Bu değişiklikleri, kendisi için, “ülkeyi şaha kaldıracak” denilen bu yeni sistemin, yeni bir şeyler getirme ihtiyacı hissiyatı ile zorlama hareketler olarak görmekteyim.
Sözün özü, elma tohumundan ancak elma ağacı çıkar. Dalları ne kadar budanırsa budansın, dallarına hangi şekil verilirse verilsin, bu ağaç elmadan başka bir meyve vermeyecektir. Çekirdeği laiklik, mayası demokrasi olan bu kapitalist nizam, hangi sistem ile uygulanırsa uygulansın değişen hiçbir şey olmayacaktır. Mesele bu kadar açık ve net iken, Müslümanların bu yeni sistemden farklı beklentilerinin olması akıl kârı değildir. Dolayısı ile Müslümanların kendi aslına, yani mayası İslâm olan yönetim nizamına dönmeleri gerekir.
Müslümanlar, İslâm’ın doğup pratik hayata geçtiği ve en ideal olarak uygulandığı, kendisine “asrısaadet” yani “mutluluk yüzyılı” denilen o zaman dilimini tekrar hatırlamalıdırlar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve raşid halifelerin pratikliğini gözden geçirmeli ve toplumların kendisi ile mutlu olduğu nizamı, yeniden hayat sahnesine çıkartmak için çaba sarf etmeliler.
Asrısaadet ne idi? Müslümanlar o asra niye “mutluluk asrı” dediler? Öncelikle bunun iyi anlaşılması gerekir. Bu asrı anlatmaya ciltler boyu kitaplar yetmez elbette. Dolayısı ile çoğu Müslüman’ın bildiği bir takım hususları hatırlatmak yeterli olacaktır.
O asırda yaşayan insanlar, her türlü konforu barındıran, göklere yükselen binalarda yaşamıyorlardı. Beş şeritli yolları, asma köprüleri ve bu yollarda sürecekleri envai çeşit motorlu taşıtları yoktu. Yiyecekleri bizimkiler kadar çeşitli ve çok değildi. İstedikleri zaman musluğu açmak sureti ile soğuk veya sıcak suyu da bulamıyorlardı. Evleri su damlatan kerpiç veya çadırdan olan bu insanlar nasıl mutlu oldular? Elektrik ve akaryakıta bağlı hale gelen ve bunlar olmaksızın değil mutlu olmayı, yaşanabilirliği dahi tahayyül edemiyoruz. Petrol ve elektriğe rağmen biz niye stres dolu karanlık bir hayat yaşarken onlar, elektriksiz bir hayatta aydınlık içinde mutlu bir asır yaşadılar.
Onlar mutlu idiler. Çünkü onlar, Allah’ın indirdiği ipe, kopmaz sağlam kulpa tutundular. Çünkü onlar, ancak vahyin nuru ile karanlıklardan aydınlığa çıktılar. İslâm’ı, birinci ağızdan, âlemlere rahmet olarak gönderilen elçiden öğrendiler. Ona bakarak yaşadılar. O kutlu elçinin önderliği, öğretmenliği ile tarihin hiçbir devrinde şahit olunmayan bir toplum inşa ettiler. Karanlık dehlizlerden çıkıp tüm çağlara ışık saçan gökteki yıldızlar haline geldiler. Annesinin yüreğinden kopararak, ciğerparelerini diri diri gömmeye götüren vahşi insanlar iken, vahye teslim olduktan sonra değil ki bir insanı, karıncayı, yılanı incitmeyen birer şefkat numuneleri haline geldiler. Gönüller; yorgun sinelerin huzur ve teselli bulduğu bir dergâh oldu. Kalpler; dul, yetim ve kimsesizler için sığınak ve barınak… İslâm ile cahiliye hayatın arasındaki farkı gördüler ve İslâm ile mutlu oldular.
Onlar mutlu idiler. Çünkü bir mucizenin eseri olarak yeni bir hayat inşa ettiler. İnen her ayet, gökten gelen en bereketli sofra misali idi. Ayet ile ilmik ilmik ördüler hayatın her alanını. Yağmura hasret çöller gibi çoraklaşmış gönülleri yeşerten vahye yöneldiler. Yudumladıkça ilahi vahyi, hayatın anlamının dünya metaında değil, Allah’a kullukta olduğunu gördüler.
Asabiyet savaşlarından kan gölüne dönen sokakları, vahiy ile bahara çevirip esenlik yurdu şehirler inşa ettiler. Vakitleri saatlere değil, Kur’an’a endeksli idi. Onunla kalkıp onunla çalışıp onunla yatıyorlardı.
Evleri betondan, kapıları üç yerden kilitlenen çelikten değildi. Dahası kapılar arkasında kaybetmekten korktukları malları da yoktu. Ama yine de mutlu idiler. Çünkü hırsızları yoktu. Site güvenlikçileri yoktu, çocukları sokağa salmaktan korkmazlardı. Tatile gitmediği için üzülen çocukları yoktu, ilahi daveti taşımak için cihada katılamadığı için üzülen çocukları vardı.
Kendi elbisesini yamalayan, kendisinin kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olduğunu söyleyen bir liderleri vardı. Firavun gibi saraylarda yaşamıyor, Karun gibi zengin değildi. Halkını aptallaştırıp dünya ve ahirette azaba maruz bırakan bir lider değildi. Ümmetine düşkün, bir babanın evladından daha fazla merhametli olan nebileri vardı.
İslâm kardeşliği ile Mekkeli muhacirlerle Medineli ensar, eşi benzeri olmayan bir şekilde birbirine kenetlendi. Fedakârlığın emsalsiz sahneleri yaşandı. Koşulsuz paylaşımın, başkasını kendine tercih etmenin ilk örnekleri yaşandı. Faiz, kumar, hırsızlık ve her türlü haksız kazancı bıraktılar emeğe ve paylaşıma yöneldiler. Komşusu açken tok olmuyorlardı. Yalan, iftira, gıybet kendilerinden uzaktı. Çünkü onlar Kur’an ve Nebi ile yaşadılar ve onlar için her şeylerini feda etmeye hazır bir şekilde yaşadılar.
Onlar mutlu idiler. Çünkü iman ettikleri İslâm, onları seçkin şahsiyetler haline getirdi. Yetim kızların davarlardan sütlerini kendi elleri ile sağan, âmâ kadının çocuklarını her gece kendi elleri ile doyuran Ebu Bekir gibi halifeleri vardı. Çünkü onların aç çocuklarına omuzunda un taşıyan, Dicle kenarındaki kuzuyu dert edinen, tebaası yemeden yemek yemeyen, yanında koruması olmadan kendi hırkasına sarılıp ağacın gölgesinde güven içinde yatabilen Ömer gibi halifeleri vardı. Gece yarılarında sırtlarında taşıyarak fakir evlerin kapılarına erzak bırakan gizli infak kahramanlarının sırrı, ancak mübarek naaşları yıkanırken çözülürdü.
İman edip gereğince yaşadıkları vahiy, nesilleri ihya ve ıslah ettiği gibi ekini de ıslah ediyordu. Düşmanın yeşilliğine dahi zarar vermiyorlardı. Hayvanların memelerinin incitilmemesi için tırnaklar kesilmeden süt sağılmadı.. Yaprak dökmek için ağaç silkelerken dahi, dalları ve köklerini incitmemeye, hırpalamamaya dikkat edildi.. Hayvanlar dahi huzur buldu. Değil fazla yük yüklemek, üzerinde oturarak konuşmak bile o biçare hayvanlara zulüm telâkki edildi. Yavrularını emziren bir anne köpek için koca bir ordunun güzergâhı değiştirildi.
Evet, kutlu elçinin önderliğinde vahiy ile yetişen o nesil asrısaadeti yaşadı. Askerî okullar olmadığı halde en güzide komutanlar, ilahiyat fakülteleri olmadığı halde en muttaki âlimler yetişti ve “emri bil maruf nehyi anil munker” farziyeti gereğince İslâm’ı dünyanın dört bir tarafına taşıdılar.
Ancak böylesi güzide bir toplum, “kendiliğinden” veya “kolay bir şekilde” meydana gelmedi. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, sahabesi ile birlikte Mekke’de çok zorlu on üç seneyi yaşadılar. İslâm’a olan iman ve teslimiyetleri sonucu üstün bir fedakârlık örneğini ortaya koydular. Büyük bedeller ödediler. Aç kaldılar, dövüldüler, hakarete ve iftiraya uğradılar. Her türlü işkenceye maruz kaldılar ve hatta öldürüldüler. Ancak İslâmi toplumu inşa etme mücadelesinden hiç vazgeçmediler. Sadece zorba otorite ile mücadele etmediler; yeri geldi babaları, yeri geldi anneleri, kardeşleri çıktı önlerine ama hiç taviz vermediler. Davaları uğruna, mallarını, ailelerini, ticaretlerini, kariyerlerini ve vatanlarını dahi terk etmek zorunda kaldılar. İşte böylesi bir mücadele ve sabır sonucu Allah Subhanehu ve Teâlâ onlara nimetini tamamladı.
Tarihî gerçekler bize, İslâm’ın asrısaadetten sonra da iktidarda olduğu süre içinde insanlara huzur ve şeref vermeye devam ettiğini göstermektedir. Daha bir asır öncesine kadar da böyle idi. Dolayısıyla elimizde ilk günkü hali ile Kur’an ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in pratikliği varken, sahip olduğumuz tarihî birikim ile yeniden bir asrısaadet yaşamak çok zor değildir.
Dünya hayatında saadeti, ahrette cenneti vaat eden böylesi bir nizam varken, dünyada bizlere zelil bir hayat yaşatan, ahirette cehenneme götürecek olan, adına ister “parlamenter sistem” ister “başkanlık sistemi” denilen bu gayri İslâmi nizamlara neden rıza gösterelim? Kaldı ki sahabe gibi Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in örnek ve önderliğinde hareket edersek neden bir saadet asrı daha yaşamayalım? Rabbimizin vaadi Nebimizin müjdesi varken…