Sorunları çözüme kavuşturmanın başlıca unsuru doğru çözümü, yöntemi uygulamaktan geçmektedir. Var olan bir sorunu yanlış tespit ederseniz, çözüme ulaşamazsınız. Sorunu doğru tespit ettiğiniz hâlde doğru çözümü uygulamamanız hâlinde ise sorunu ortadan kaldıramazsınız. Bir diğer önemli nokta ise soruna yönelik ortaya koyacağınız çözümün kaynağının doğru olup olmadığıdır. Zira eğri bir cetvelden doğru bir çizgi elde edilemez.
3 temel sorunsal ile karşı karşıyayız:
*Sorunun Tespiti
*Sorunun Çözümü
*Çözümün Kaynağı
Şimdi ilk iki temel sorunsalı Müslümanların içerisinde bulunduğu durumu anlama noktasında pratize edelim.
İslâm ümmetinin 1400 yıl dünyaya egemen olmuş hâline panoramik baktığımızda; İslâmi hükümler ile adalet, refah, huzur tesis edilmiş, ilimde/bilimde zirve yakalanmış, İslâm ümmeti diğer ümmetler içerisinde adeta bir yıldız gibi parlamıştı. Bugün ise İslâm ümmeti zillet, ezilmişlik ve sahipsizlik içinde savruluyor. Başınızı hangi İslâm beldesine çevirirseniz çevirin acı, kan ve gözyaşına denk gelirseniz. Açlık, yokluk, çaresizlik, ölüm, işkence, hapis, tecavüz, katliam her yanı çepeçevre sarmış. Tüm bunları görmezden gelip süslü koltuklarda oturup herkese mavi boncuklar dağıtanlar, kelebeklerin güzelliğini anlatanlar, rahat namaz kılmanın dayanılmaz hafifliği ile gayri İslâmi rejimlerde edinilmiş kazanımlarla kapılmış makamlarda oturanlar pekâlâ bu sorunları görmeyebilirler. Fakat Müslümanları bir bedenin azalarına benzeten Peygambere tâbi olup O’nun misyonunu yüklenen muvahhidler nazarından İslâm ümmetinin içerisinde bulunduğu durum acı vericidir. Zaten yaşanan bu zulümler dışında yeryüzünde Allah’ın hükümlerinin tatbik edilmemesi bile başlı başına en büyük zulümdür.
Bugün İslâm ümmeti komada… Uzuvlarında olan hasar ve tahribata karşı diğer uzuvları harekete geçemiyor. Bu ölü ahvali her türlü saldırıya maruz kalmış durumda. Peki, İslâm ümmetinin içerisinde bulunduğu bu soruna yönelik çözüm nedir?
Ekonomik anlamda kalkınmayı mı sağlamak? Her yere Kuran kursu mu açmak? Arapçayı mı öğrenmek? Medreseler mi açmak? Yardım faaliyetleri mi yapmak? Camileri mi doldurmak? Yüzbinlerce zikir mi çekmek? yüksek mevkilere mi gelmek? “Bunlar kötü şeylerdir”, demiyorum, bilakis yapılması hayır ve fayda barındırır. Fakat bunlar, içerisinde bulunduğumuz soruna köklü bir çözüm getirebilir mi?
Bunları tek tek ele alıp izah etmeyeceğim. Bir diğer çözüm olarak sunulan “Sistem içi partisel mücadele yöntemi”ne değinmek istiyorum. Zira yıllardır Müslümanlara, “ehven-i şer” (iki şer arasından en hafif olanını seçmek) denilerek en hayırlı olan “nebevi metot üzere İslâmi mücadele yöntemi” yok sayılarak Müslümanlar şerre mahkûm edilmektedir.
Bir parti çıkıp Müslümanların duygularını yıllarca istismar ederek, din üzerinden kirli siyasetini yürüterek iktidar devşiriyor daha sonra o ortadan siliniyor bir başka parti aynı şekilde ortaya çıkıyor. Bu istismar, sömürü ve aldatma aynı şekilde devam ediyor. Sorun çözülmüyor giderek daha artıyor. Dönem dönem ortaya çıkan partiler ve onların liderleri bir “kurtarıcı” gibi topluma sunuluyor. Demokratik ayak oyunları ile egemenlerin istedikleri partiler, ipleri onların elinde olmak üzere muktedir olamayan iktidarlar hâline getiriliyor. Böylece ülkeyi ipotek altında tutuyorlar. İstedikleri zaman modern veya post modern darbeler ile iktidara getirmiş oldukları partileri alaşağı ediyorlar. Bu partiler, egemen düzene hizmet ettikleri müddetçe de “değerli ve sadık bir müttefik” olarak kalmaya devam ediyorlar. Bu kısır döngü bir asra yakındır devam ediyor.
Bu mücadele yöntemi neticesinde İslâmi kisveye bürünmüş partiler, seküler partilerin topluma silah zoruyla dahi benimsetemeyeceği birçok şeyi rahatlıkla benimsetebilmektedir. Müslüman halkın, muhafazakâr demokrat, ılımlı laik, soft İslâm karması partilerden gelen ifsat edici uygulamalara karşı gardları düşmektedir.
Çözümün sistem değişikliği olduğu gerçeğini görmeyenler ve sistem içi mücadele ile mevki, makam, mevzi elde etmeyi önceleyenlerin, kısmi ibadi özgürlüklerin tanınması karşılığında takındığı tavır, uçuruma doğru giden bir trenin makinistini değiştirmeye çalışmasına benzemektedir.
Sistemin yapısını tartışmayıp sistemi yönetenin kim olacağı noktasında bütün cehdini ortaya koyanların hâli, domuz eti satan kasabın başına kimin geçeceğini tartışanların hâline benzemektedir. Yine esir edildiği hapishanede özgür olma seçeneğini yok sayıp hapishanede müdür olmak için çabalamaya benzemektedir.
Kurulu sistemin başına kim, hangi parti adıyla gelirse gelsin kuralı konulmuş bir oyun içinde hareket edecektir. “Egemenlik halkındır” oyunu içinde sembolik olarak 4 yılda bir yapılan oy merasimi ile her zaman sermaye sahiplerinin ve egemen güçlerin kazandığı bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
Bu çözüm yöntemi (sistem içi partisel mücadele) sorunlarımızı çözdü mü peki? Bir bakalım:
Bu mücadele verilerek; “Kur’an’a gökten indirildiği sanılan kitapların dogmaları”, “Arap oğlunun yaveleri” diyenlerin “ulu önder” olmaktan çıkacağı ümit edilirken bilakis başörtü kızlar otobüslere doldurulup “türbe” ziyaretleri yapıldı. Rahmet ve minnetle anıp “tek parti diktasından daha fazla Atatürkçüyüz”, denilerek “Atatürk ilah değildir”, diyenler hapse atıldı.
Bu mücadele verilerek; eğitim kurumlarında çocuklar “Kur’an, siyer dersi görüp başörtüsü ile okusun” denildi ancak öte yandan öğrenciler heykellere secde ettirildi. Ardından çocuklar eve gelip babalarına “Atatürk mü büyük yoksa Allah mı büyük?” diye sorarak yaşadıkları inanç bunalımını, ikilemi ebeveynlerine hissettirdiler.
Bu mücadele verilerek; “dindar nesil var edeceğiz” denildi ama deizmin, ateizmin çukuruna saplanmış gençler meydana yetiştirildi maalesef. LGBTİ’ye sağlanan meşruiyet ile yüzbinler yürütüldü, onlarca dernek açılmasına müsaade edildi; nesiller ifsat edildi.
Bu mücadele verilerek; “ahlakı önceleyeceğiz”, dediler fakat zinayı AB istedi diye suç olmaktan çıkardılar.
Bu mücadele verilerek; dizilerde cihat aşkı veridi, öte yandan kâfir ABD ile en sadık müttefik olarak hareket edildi.
Bu mücadele verilerek; “Haçlı Birliği” denilen AB’ye girmek için kırk takla atıldı. AB’nin dayattığı tüm gayri İslâmi kanun ve uygulamalar tereddütsüz, şerhsiz kabul edildi.
Bu mücadele verilerek; abdestli olmanın fazileti anlatıldı; abdestli olarak kumar oynandı, oynatıldı.
Bu mücadele verilerek; besmele ile kiliseler açıldı.
Bu mücadele verilerek; İslâm beldelerine laiklik tavsiye edildi.
Bu mücadele verilerek; “İslâm gelecek” dendi fakat sonraları “biz dini referans alan bir parti değiliz”, “Hilâfet gibi bir derdimiz yok”, denildi. Laik olduklarını ispatlamak için “haç mı takmamız gerekir”, dediler. Batı’nın taşıdığı ve dünyayı kendisine davet ettiği fikrî liderlik olan ve dini devletten ayıran “Laiklik” en temel değer hâline getirildi.
Bu mücadele verilerek; Mescid-i Aksa ordularla fethedilmek istenirken ABD’nin iki devletli çözümü kabul edilerek “İsrail’e” meşruiyet atfedildi. “İsrail” uluslararası sularda kardeşlerimizi katlederken ordular kışlalarda tutuldu. “İsrail” ile ticarette rekor seviyeye ulaşıldı.
Bu mücadele verilerek; “mazlumlara kol kanat gereceğiz”, diyenler, Suriye’de yıllardır katliama maruz kalan Müslümanların feryatlarına sağır kesildiler. Çoluk çocuk dinlemeden katliam yapan Rusya ile reel politika gereği dost, Kerbela’yı dirilten İran’la kardeş oldular.
Bu mücadele verilerek; bankanın önünden dahi geçmekten imtina edilirken, faiz Allah ve Rasulü’ne savaş açmak iken neredeyse faizin bulaşmadığı yer kalmadı.
Bu mücadele verilerek; “kötülüklerin anası” denilen içkinin yasaklanması beklenirken içki fabrikalarının sayısını artırmakla övünür oldular.
Bu mücadele verilerek; Allah’a ait olan hükmetme hakkı gasp edilerek, “Demokrasiye Allah’a inandığım gibi inanıyorum.” denildi. Hira Dağı’nın çocukları(!), Olimpos Dağı’nın çocuklarını ve onların kirli fikirlerini en yüce kavram/değer hâline getirdiler.
Bu mücadele verilerek; bir yanda camilerde yanık seslerle Kur’anlar okundu, TV’lerde Kur’an okuma yarışmaları yapıldı, diğer yanda Kur’an hükümlerinin hayata tatbik edilmesi gerektiğini söyleyenler hapse atıldı.
Bu ve bunun gibi hayaller ve gerçekler saymakla bitmez. Neticede bu yöntemi uygulayarak değiştirmek istedikleri sistemde çıktıkları her basamakta yavaş yavaş kendileri değiştiler. Fakat değiştirmek istedikleri sistem hâlâ aynı şekilde kendi varlığını muhafaza etmektedir. Bu yöntemle “yavaş yavaş İslâm gelecek” diyenler hızlı hızlı İslâm’ın gittiğini göremediler.
Velhasılıkelam çorba tuzlu olduğu müddetçe ne kadar kaşık değiştirirseniz değiştirin sonuç değişmeyecektir. Dolayısıyla ne kadar sistem içi parti değiştirirseniz değiştirin, sonuç aynı olacak; bir parti gidecek yerine yenisi gelecek ama küfür sistemi aynı kalacaktır.