Her insanın iki dünyası vardır. İlk dünyası, nefes alıp verdiği, koşup eğlendiği, yiyip içtiği, gülüp üzüldüğü ve hissettiği ayaklarıyla emeklemeye başladığı dünyasıdır. Bu dünyada gök ve sular mavi, ağaçlar ve yosunlar yeşil, sevgi ve öfke renksizdir. Diğer dünya ise, içinde nefes alıp verdiği, sustuğu, acıdığı, merhamet ettiği, öfkelendiği, hayatı ve insanları tanıdığı ama ifade edemediği iç dünyası...
İşte çocuklarda bu ikinci dünya daha belirgin, daha parlak ve daha canlıdır. Bu dünyada ufuk görülmez ve hayatı zihinlerde resmedişleri alabildiğine uzayıp gider.
Tecrübeli bir öğretmenden dinlemiştim. Öğretmen, henüz ilkokulda olan bir öğrencisini tahtaya kaldırır, sonra tahtanın iki ucuna birer nokta koyar ve çocuğa tebeşiri uzatarak ‘Hadi sen bu iki noktayı birleştiriver’ der. Çocuğun hayal dünyası veya ikinci dünyası o kadar geniştir ki, iki nokta arasına öyle bir çizgi çizer ki, nerdeyse tahtanın her noktasından bu çizgi geçmiştir. Aynı çocuk, yıllar sonra aynı işlemi yapacaktır. O da ne? Çocuk, tam bir doğrusal çizgi ile iki noktayı birleştiriverir.
Öğretmen, bu özel bilgiyle şunu anlatmak istedi bana “Her çocuk, çocukluktan gençliğe adım atarken, içindeki enerjisini sınırlayarak ve nefes alıp verdiği çocuksu dünyasını hapsederek, hayallerini, umutlarını ve beklentilerini sınırlama gereği hissetmiştir.” Evet, çoğu zaman toplumsal örfler, kamuoyu baskısı, hâkim fikirler ve konuşan dünya onun düşünce dünyasına galip gelmiş ve hem fizikî hem de duygusal olarak, kendisi olmak yerine başkalarının istediği gibi yaşamaya onu mecbur bırakmıştır. Oysa doğru bilgi ve doğru örneklikle çocuklarımız sağlıklı fikirlerle düşünce dağarcıkları geliştirilebilir.
Şimdi, henüz küçük yaşlarda olan evlatlarımızın gözüyle dünyaya bakmaya ne dersiniz? Bundan sonraki satırları o anlatsın...
“Ben henüz bebekken, boncuk boncuk gözlerim varmış. Babam öyle der. Ben babamı çok seviyorum. Tabii annemi de. Annem ‘En çok kimi seviyorsun, söyle bakalım?’ dediğinde kimi sevdiğimi söylemezdim. Çünkü sevgim içimde kaldıkça çoğalırdı sanki! Annem, dünyanın en fazla çocuklarını seven annesidir. Bana varlığımı hissettiren, bu toplumda bir birey olduğumu fark ettiren ve ailenin en küçük ferdi olarak sorumluluklarımı hatırlatandır. Bunun için hem annem ve hem de babama çok teşekkür ederim.
Benim annem ve babamdan bazı beklentilerim var. Bunlar yapılamayacak ve güç yitirilemeyecek şeyler değil. Ama her nedense, ne zaman ihtiyaç duysam annem ve babam biraz üşengeç, biraz mahcup kalakalır bu isteklerime...
Ben annemin bana küçükken anlattığı cenneti istiyorum. Cennet için bedel ödememiz gerektiğini söylerdi hep annem. ‘Ne yapmamız gerekir anne?’ dediğim zaman, ‘Yavrum namaz kılmalısın, Allah’ı çok sevmelisin, ona sevgini öyle göstermelisin…’ derdi. Anneme inanıyorum. Oysa benim güzel annem, cennet için benden istediği şeyleri gizliyordu sanki! Çünkü ben uyurken yapıyordu... Hâlbuki ben annemin namaz kılışını görmekten çok hoşlanıyorum. Annem sabah güneşinin ilk ışıkları balkonumuza vurmadan önce, namazın ezanıyla uyanıyormuş. Ablamı namaza uyandırıyormuş. Beni hiç uyandırmadı. Ablamın anlattığına göre, sabah namazından sonra kuşlar hiç durmadan cıvıldar ve adeta Allah’ı zikredermiş. Annem ise güneşin ilk ışıklarına kadar Kur’an ve kitap okurmuş. Bunları görmeyi ve kuşların sabah seslerini duymayı ne kadar isterdim. Geçen ay da annem, babam ve ablam gündüzleri oruç tuttular. Ben tutmadım. Sabah ezanı okunmadan önce davulcular davul çalıyor ve hep beraber kalkıp yemek yeniyormuş. Babam ‘Bu kız henüz küçük yazıktır, uyandırmayın. Sabah okula gidecek zihni iyi çalışsın.’ demiş benim için. Ondan dolayı uyandırmıyorlarmış beni... Okuldaki kız arkadaşımla sınıfta konuştuk. Onun annesi öğleye kadar oruç tut demiş... O da öğleye kadar ne su içiyor ne beslenme çantasındaki yemeklere dokunuyor. Keşke bende tutsam…
Anlayacağınız hayatın tadı annemle, babamla, ablamla ve onların yaptığı şeyleri yapmakla alınır. Onların mutlu oldukları şeylerle mutlu olur, onların üzülmesi beni üzerdi. Ama ben bu duygumu bir türlü anlatamadım. Ben aslında büyüktüm. Yani içimde büyüktüm. Hayatı, çevremi, arkadaşlarımı ailemi tanıyorum. Düşünebiliyorum. Bunu ailem fark etmemişti.
Annem bana ‘Öğretmenin ödev vermedi mi?’ diye her gün kızardı. Kızmakta belki de haklıydı. Ödev, evde yapmak için verilir. Peki ya dünya ödevimiz? Dünyada yaptıklarımızın hangisi iyi, hangisi kötü, Allah söylemiş. Mesela namaz kılmak iyi bir şeydi. Annem namaz için abdest almaya gittiğinde çoğu kez gizlice onu takip ederdim. Sonra o nasıl abdest alıyorsa bende öyle almaya çalışırdım. Sonra annemin arkasından onu taklit etmeye çalışırdım. Annem bilmiyordu ama ben onu takip etmeyi ve onun yaptıklarının aynısını yapmayı çok seviyordum.
Kendime ait bir odam var. Annem kitap okumam için beni odama gönderirdi. Sonra babamla birlikte akşam yemeğinden sonra televizyon seyrederlerdi. Oturma odasından televizyon gürültüsü geliyorken ben nasıl kitap okuyayım ki! Sahi, o bana kitap okumamı söylerken kendisi neden okumuyordu? Hâlbuki her akşam bir kitap okuma saatimiz olsaydı ne iyi olurdu. Bir oyun saatimiz… Bir namaz saatimiz… Hep beraber yapılan şeyler öyle hoşuma gidiyordu ki! Onlar bunu bilmiyordu…
Bazen çok uzun zaman boyunca hem annem hem de babam cep telefonuna öyle bakarlardı ki, ben o sıralarda çok sıkılırdım. Televizyonda ‘Arı Maya’yı seyretmekten bıkmıştım. Hep eski bölümleri yayınlanıyor. Sahi ne vardı bu cep telefonlarında? Cep telefonuyla ve tabletle oyun oynamam yasaktı. Bunlarla oyalanmak çocukların ruh sağlığını bozuyormuş. İnanıyorum anneme...
Beni Allah, İslam fıtratı üzerine yaratmış. İnsanı, hayatı, kâinatı ve bunların niçin yaratıldığını artık anlayabiliyordum. Bizi Allah ibadet yapmamız için yaratmış. Tıpkı tavukları, inekleri, arıları, ipek böceklerini, elma ağacını ve fıstık ağacını yarattığı gibi... Onlara da Allah görevler vermiş. Onlarda yeryüzüne bizim gibi gelmiş. Hiç durmadan yedikleri şeylerin tümünü bizim için yiyecek olarak veriyorlar. Kendileri süt, yumurta ve bal yemiyorlar. Hepsini bize veriyorlar. Çünkü Allah onlara böyle emretmiş. Allah bize de emirler vermiş. İşte benim fıtratım tüm bu emirleri yerine getirmeye uygunmuş.
Ben artık büyüdüm anne! Ben artık büyüdüm baba! Ben artık akıllandım ve Allah’ın verdiği görevleri yerine getirmeye hazırım! Bana güvenin! Ben artık ölüme hazırlanmak istiyorum. Ölüm sonrasında beni yaratan Allaha hesap vermeliyim! Siz de öyle...”
Evet, küçük yavrumuzu dinledik...
Ne dersiniz?
Ağaç yaşken eğilirdi. Bunu biliyoruz. O halde henüz küçük olan yavrularımıza Allah, peygamber sevgisini aşılamaya ne dersiniz? Henüz küçük olan evlatlarımızı, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden korumak için onları hayata hazırlamaya ne dersiniz?
Bunun için yapmanız gereken iki şeyi söylemek isterim.
Birincisi: Onların büyüdüklerini ve sizden beklenti içinde olduklarını fark edin!
İkincisi: Bugün ihtiyacı olan şeyleri vermezseniz, yarın büyüdüklerinde çok geç olacağını fark edin!