Kadın cinayetleri, son günlerde ülkenin önemli gündemlerinden biri oldu. İstatistiklere bakıldığında kadın cinayetleri rakamları, diğer birçok olumsuz vakalar gibi oldukça yüksek. Örneğin 2018 yılında öldürülen kadın sayısı 440 ve son yedi ayda da 285 kadın öldürüldü. Aslında bu konu, daha önce de birçok defa medya yolu ile yoğun bir şekilde gündem yapıldı ve akabinde hükümet tarafından kadınları koruma adına birçok yasa çıkartıldı. Ancak, kadını koruma adına çıkartılan yasalar ve özellikle imzalanıp yürürlüğe konulan “İstanbul Sözleşmesi” dertlere derman olmadı. Bilakis durumu daha da kötüleştirdiği görüldü. Dolayısıyla yaşananlara bakıldığında, “Dünyaya ve ülkemize egemen olan demokratik kapitalist nizamlar neyi koruyabilmiş ki kadını koruyabilsin?” demeden edemiyor insan…
Evet, demokratik yasalar hayatımıza hâkim olduğundan beri, sürekli değişim göstermesine rağmen hiçbir derdimize derman olmadı. Bilakis hayatımızda olmayan sorunları var edip, gün geçtikçe bu sorunlara yenilerini ekleyip kemiyet olarak da artırdı. Tıpkı özendirdiği alkollü içecek kullanımından dolayı meydana gelen trafik kazaları, sarhoşluk sonucunda oluşan tecavüzler, taşkınlıklar ve fiilî saldırılar gibi. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre trafik kazalarının %60’ı, kadına şiddet olaylarının %70’i, cinayetlerin %85’i, tecavüzlerin ve şiddet olaylarının %50’si alkollü iken işlenmektedir. Yine alkollü içeceklerin tüketildiği eğlence mekânlarında sürekli silahlı çatışmalar veya saldırılar meydana gelmekte ve bu çatışma veya saldırılar sonucu birçok insan ölmekte ve yaralanmaktadır.
Mevcut demokratik yasalar ile çıplaklığın özendirilmesi ve yerine göre zorunlu kılınması, zinanın suç olmaktan çıkarılması, “özgürlük” adı altında her türlü birlikteliğin hak ve meşru kılınıp yine medya yolu ile özendirilmesi, hayatın ölçüsünün faydacılık olarak dayatılması ve hayatın anlamının bedene tattırılan haz olduğu düşüncesinin yaygınlaştırılması sonucu, uyuşturucu müptelalığının ve birçok sapık eylemin meydana gelmesine sebep olunmaktadır. Devletin, uyuşturucu baronları (üretici ve satıcıları) ile yeterince mücadele etmemesi sonucu binlerce genç hayatını kaybetmekte veya cezaevlerinde ömür tüketmektedir.
Bu örnekleri olabildiğince artırmak mümkündür. Çünkü demokratik/kapitalist nizamların uygulanması sonucu, bundan etkilenen insanların hayatlarının her alanı ifsat edilmiştir. İslâm dışındaki bütün fikir ve nizamlar insanlığın yapısına, düşünce ve duygularına hitap edememekte ve sürekli olarak doğal yapıyı bozmaktadır. Demokratik/kapitalist duygu ve düşünceler ile yetiştirilen insan, fıtratı ve zihniyeti bozulmuş demektir ki onu zulüm işlemekten alıkoyabilecek aynı cinsten hiçbir yasa da bulunmamaktadır.
Kadına yönelik şiddet olaylarına dair değinmek istediğim diğer bir husus, feminist örgütler ve KADEM gibi konuya taraftar olan sair kesimlerin ısrarla, İstanbul Sözleşmesi’nin gereğince uygulanması talepleridir. Kadına yönelik şiddetin giderilmesi gayesi demokratik bir bakış açısıyla yazılan sözleşmenin, kadına yönelik şiddeti engellemeye dair bir takım hususları barındırdığı görülmekle birlikte, sözleşme bütününe bakıldığında sorunu çözmek yerine daha da derinleştiren bir yapısı olduğu açıkça görülecektir. Çünkü sözleşme, kadın-erkek arasındaki ilişkiye yani evlilik ve aile kurumuna ciddi bir darbe vurmaktadır.
Konuyu yakından takip edenler için malum olan İstanbul Sözleşmesi, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. 11 Mayıs 2011 yılında ilk olarak Türkiye’nin ve İstanbul’da imza atması sebebiyle sözleşme, “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılır oldu. 1 Ağustos 2014 yılında yürürlüğe giren sözleşme, “toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine” dayanmaktadır.
İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi üyesi olan 45 ülkenin imza atmasına rağmen ancak 34’ünde fiilî olarak yürürlüğe girdi. 11 ülkenin söz konusu sözleşmeyi yürürlüğe koymaması hususu ayrıca düşündürücüdür. Topluma yansıtılan yönü ile bu sözleşmeye göre kadına yönelik şiddetin önlenmesi esas olarak gösterilmektedir. Ancak sözleşmenin detaylarında ve genel ruhunda oluşturulmak istenen hususun; aile kurumunu tamamen ortadan kaldırmak, gönül rızasına dayalı cinsel tercihlere saygı duyulmasını sağlamak yani sapık ilişkilerin önünü açmak olduğu görülmektedir.
Yukarıda ifade ettiğim gibi, sözleşme temelde cinsiyet eşitliği ilkesine dayanmaktadır. Buna göre; kişi ya da kurumların kadınlar ve erkekler için uygun olduğu düşünülen sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler belirtmek yanlıştır. Örneğin, “evin reisi” diye bir husus olamayacağı gibi, “şu iş kadınlara göredir” veya “değildir” demek ve akla gelen her farklı rol ve görevi ifade etmek cinsiyet eşitliğine aykırı ve dolayısı ile yasak olmalıdır. Ayrıca, fiziksel ve cinsel şiddet yanında ekonomik veya psikolojik şiddet kavramları da üretilmiş olup, bu hususlar da “aile içi şiddet” kavramı kapsamına sokulmuştur. Örneğin kadının, “Kocam bana ters baktı” demesi psikolojik şiddete, “Bana makyaj malzemesi almak veya pazara gitmek için para vermedi” söylemi ekonomik şiddete örnek teşkil edebilir. İşin daha vahimi başka yasalar ile yargıda kadının beyanının “kanıtsız” yani ispatlama zorunluluğu olmadan kabul edilmiş olması çok ciddi bir sorundur. Yani kadının ilgili mercilere, “Kocam bana psikolojik veya ekonomik şiddet uyguluyor” demesi, kocanın evden uzaklaştırılması için yeterli bir sebep olmaktadır. Kocanın uzaklaştırıldığı evin “aile evi” olarak kalması mümkün müdür?
Sözleşmede geçen şu ifadeler, masum bir şekilde sunulmakta ancak, halkı Müslüman olan toplumlarda nasıl bir etkinin meydana getirilmek istendiği de ortadadır: “Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.” Başka bir yerde de; “Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.” denilmektedir. Görünürde şiddet gerekçesi olarak ifade edilen hususlar, gerçekte olmamasına rağmen varmış gibi gösterilmekte ve kınanmaktadır. Ayrıca İslâm’a ait ve bir kısmı halen toplumda yer alan birçok değer, şiddetin sebebi gibi gösterilmekte ve aşağılanmaktadır.
Kadına yönelik şiddet konuları gündem olduğu zaman, özellikle İslâm düşmanı katı laikler ve bunların etkisinde kalan sözüm ona Müslümanlar, bu şiddetin İslâm’dan kaynakladığını bazen ima yolu ile bazen de doğrudan ifade ederler. Kendilerinin ürettiği bu vahşeti Müslümanlara yüklemeye çalışırlar. Güya meselenin temelinde, aile reisliğinin erkekte olması, kadının “emanet” olduğu düşüncesi veya toplumda “namus” vb. kavramların yaygın oluşu vardır.
Yaşanan gerçeklik, İslâm yaşam tarzının hâkim olduğu dönemlerde başta kadına yönelik şiddet olmak üzere her türlü suç oranının çok düşük düzeylerde olmasıdır. Ne zaman ki İslâmi yönetimden vazgeçildi ve halkı Müslüman olan bir toplumda İslâm ile zıt kanunlar uygulandı, İslâm dışı kültür ve yaşam tarzı dayatıldı işte o zaman her türlü sorun ve zulüm katlanarak arttı.
Çünkü İslâm, kadın ve erkeğin, yaratılışları gereği birbirinden farklı yönlerinin olduğunu ve dolayısıyla birbirinden farklı yetenek ve görevlerinin de olmasını kaçınılmaz olarak değerlendirmektedir. Bu farklılık, birinin diğerine oranla daha düşük veya ona zulmedebileceği anlamında değil, birbirilerini karşılıklı dayanışma ile tamamlayacak olmaları açısından değerlendirmiştir. Fiziksel üstünlüğü sebebi ile ev geçimini sağlama zorunluğunu ve ev reisliğini erkeğe vermesi, kadının çocuk doğurma ve yetiştirmedeki üstün fedakârlığı sebebi ile cenneti annelerin ayakları altına sermesi, yani annenin gönül hoşnutluğunu öncelemesi kadar daha doğal ve yerinde ne olabilir ki? Yine kadını, her türlü tehlike ve olumsuzluktan korunması gereken bir “emanet” olarak tanımlaması, kadını aşağılayan bir yaklaşım mı yoksa yücelten bir yaklaşımdır? İmandan ve İslâm’dan nasibini almamış olanlar bunu anlamak istemezler.
Diğer taraftan saldırdıkları “namus” kavramına pratikte birçok hayvan dahi sahip iken kendileri sahip değildirler maalesef. Bu husus fıtrata o kadar aykırı ki kâfir Batı toplumlarında bile aldatılmaya karşı ciddi bir refleks gösterilmektedir. Bununla birlikte, bu laiklerin, “çağdaş toplumlar” diyerek övüp takip ettikleri kâfir Batı toplumlarında her 3 kadından 1’i fiziksel saldırıya uğramaktadır. Bu oran halkı Müslüman olan ülkelere göre çok daha fazladır. Dolayısıyla kadına yönelik şiddet olayları, bunların İslâm’dan değil bizzat kâfir Batı’nın demokratik/kapitalist nizamlarından kaynaklandığının bir başka kanıtıdır.
Bu konu ile birlikte hayatımızda var olan bütün sorunlar, İslâm’ın kendisi ile uygulandığı Hilâfet Devleti kurulmadıkça bitmeyecektir. Çünkü Hilâfet ile insanlara hayat veren İslâmi hayat başlayacaktır. İslâm’ın yaşandığı yerde sorunlar biter veya minimum düzeye inerler. Dolayısı ile kadını ve erkeği, çocuğu, genci ve yaşlıyı, çevreyi ve doğayı, kısacası ekini ve nesli koruyacak yegâne hayat nizamı İslâm’dır.