Özellikle Mart 2020’den yani Covid 19 virüsü söz konusu olduğundan beri, kapitalizmin ana sömürü araçları hâline gelmiş olan globalizm fikri duraklamaya başladı. Üretimin devam edebilmesi için önemli ürünlerde tedarik zincirinin kopmaması gerekiyordu. Ürünlerin bilhassa elektronik ürünlerin kalbi konumunda olan çiplerin, Çin veya Tayvan’dan tedarik edilememiş olması reel ekonomi açısından önemli bir sorun teşkil etmekteydi. Buna bir de ABD ile Çin arasındaki sıkıntılar ve Çin’in “sıfır Covid” politikası eklenince süreç daha da sıkıntılı hâle geldi. Bununla beraber Mart 2022 yılında, Rusya ile Ukrayna arasında başlayan savaşı da görmezden gelemeyiz.
Zira Rusya, birçok Batı ülkesinin en önemli doğalgaz tedarikçisi durumunda. Doğalgazın hem ısı, hem de elektrik üretimi için çok önemli, ucuz, güvenilir bir kaynak olduğu düşünülecek olursa, Rusya gazının Avrupa ülkeleri için ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır.
Avrupa’nın Rusya gazına ne kadar bağımlı olduğunu 2020 istatistik rakamlarına bakarak görebiliriz: Bosna Hersek %100, Finlandiya %94, Bulgaristan %77, Almanya %50, İtalya %46 vs. Örneğin; Avrupa’nın lokomotifi olan Almanya’nın başkenti Berlin’de ısı ve elektrik %100 gaz ile üretiliyor. Neredeyse tüm hanelerin kış aylarında ısınması gaz ile sağlanıyor. Bu durumda gaz olmadan Berlin’de üretimin devam etmesi mümkün görünmüyor.
Ukrayna ise dünyanın en önde gelen tahıl, buğday ve ayçiçeği üreticisi olduğundan savaş nedeni ile milyonlarca ton buğday vb. tahıl ihraç edilemiyor. Savaş nedeni ile ise büyük olasılıkla seneye arazilerin önemli bir kısmı işletilemeyeceği için, gıda sıkıntısının daha da artacağı düşünülüyor. Ukrayna bazı uzmanlar için Avrupa’nın adeta tahıl ambarı olarak nitelendiriliyor. Yine birçok Afrika ülkesi –örneğin; Mısır, neredeyse %100 oranında- buğday vb. tahılı ithale muhtaç durumda. Gıda ürünlerinin merkezileşmesi, ardından üretimin ucuzlayarak dünyaya ihraç edilmesi, birçok ülkenin kendi üretimini durma noktasına getirmiş görünüyor. Bu, özellikle Türkiye, Mısır gibi ülkeleri de kapsamaktadır. Nitekim bu ülkelerin tahıl hatta hayvancılıkta %60-70 gerilemiş olması bunun en belirgin göstergesidir. Bu şekilde dışa bağımlı olan ülkelerin büyük olasılıkla önümüzdeki dönemde sıkıntı çekmesi maalesef acı bir hakikat. Hâlbuki sadece Sudan’ın verimli toprakları işletilmiş olsa tüm İslâm beldelerine yetecek kadar tahıl ve ayçiçeği yağı üretilebilir.
Tüm bunlar madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde ise ABD’nin de baskısı ile tüm Batı ülkelerinin özellikle AB’nin Rusya’ya uygulamış olduğu ambargo ile oluşturulan enerji krizi neticesinde, anormal para kazanan yatırım fonları ve spekülatif borsaların olduğunu görmek gerekiyor. Bunun haricinde bağımlılığını, Rusya’dan kısmen ABD’ye kaydıran Almanya, enerji ihtiyacını karşılayabilmek için Rus gazından çok daha pahalı olan kaya gazı almak zorunda kaldı. Her bir gemi için 200 milyon dolar ödeyen Almanya, düzenli olarak yüzlerce tankerle ABD’den Almanya’ya kaya gazı gelmesine onay vermek zorunda kaldı. Hâlbuki uzmanlarca; Almanya’da da kaya gazı üretebileceği, hatta 30 yıllık ihtiyacını bu şekilde karşılayabileceği ifade ediliyor. Almanya’nın kuzeyinde 2,3 trilyon m3 kaya gazı rezervi olduğu biliniyor. Lakin Yeşiller Partisi’nden olan Ekonomi Bakanı Robert Habeck, doğaya zarar vereceği düşüncesiyle kaya gazının çıkartılmasını kabul etmiyor.
Yine Yeşiller Partisi ile beraber dünya genelinde “iklim zarar görüyor” bahanesi ile yıllardır yapılan propaganda neticesinde, 2011 yılına kadar 17 nükleer enerji santraline sahip olan Almanya, elinde bulundurduğu son 3 nükleer enerji santralini de bu yıl sonunda kapatmayı düşünüyordu. Lakin Putin’den beklenmeyen bu hamle gelince yani Eylül ayı başında Kuzey Akım Projesinden akan gaz da durdurulunca işler tamamen değişti. Gaz krizinin olduğu şu günlerde, 10 milyon eve ısı bu üç nükleer enerji santralinin kapatılması fikri artık kesinlikle gerçeklerden uzak bir fikir olarak görülüyor. Buna rağmen, Nisan 2023’e kadar kullanılmayarak bekletilme fikri ve “sadece gerektiğinde kullanırız” denilmiş olması, aklı başında olan kimseleri de endişelendirmiyor değil tabii ki.
Enerji fiyatlarının nasıl anormal seviyelere ulaştığını anlayabilmek için, Yeşiller Partisi’nden ihraç edilmiş olan Tübingen Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Boris Palmer’in, Almanya’nın en çok izlenen siyasi tartışma programcısı Markus Lanz’a itiraf etmiş olduğu şu gerçeklere kulak verebiliriz:
“Güneş ve rüzgâr enerjisiyle üretilmiş olan enerjinin maliyeti açısından geçen sene ile bu sene arasında hiç bir fark yok. Ortalama üretim fiyatı, 6-7 sent/kWsa (bir saatte yapılan enerji üretim veya tüketim miktarını ifade eden birimdir) iken bunu şu an on katına yani 70 sent/kWsa’e piyasaya satabiliyoruz. Sebebi ise fiyatlarını en yüksek elektrik üretim santrallerinin belirlemiş olmasıdır. Normal şartlarda üretim fiyatının üzerine %5 bir kazanç ekleniyor ki bu 6 sent/kWsa ile üretilen bir rüzgâr veya güneş santrallerinin bunu, 7 veya 8 sent/kWsa’e satması anlamına geliyor.”
Bunu duyan usta gazeteci Markus Lanz çok şaşırıyor ve şirketlerin enerji kargaşası esnasında %700 kazanç elde ettiklerini, bunu tamamen tesadüfî bir şekilde kazandıklarını dillendiriyor ve ardından “işte bu kapitalizmdir” demek zorunda kalıyor. Bu kazanç artışları sadece güneş ve rüzgâr enerji santralleri için geçerli değil. Örneğin; kömür ile üretilen enerjinin masrafları ikiye katlanmasına rağmen günün sonunda yine 8 kat kazanç elde ediyorlar. Böylece bu anormal gelir dağılımından sadece belirli büyük şirketlerin faydalandığı; orta ve küçük çaplı esnafın ve özellikle vatandaşların anormal yükselen bu fiyatların altında ezildiği gerçeğini de itiraf etmiş oluyorlar. Örneklendirelim: Dört kişilik bir ailenin 2021 yılında senelik ödemiş olduğu gaz bedeli takriben 1000 avro iken bu fiyat, bu sene dört kat artarak 4000 avroya dayanmıştır.
Enerji fiyatlarındaki artışın diğer her şeyin fiyatını etkilediği gerçeği de düşünüldüğünde; yaşanan artışlar karşısında gelirlerin/maaşların yetersiz kalmasının; toplumsal anlamda sıkıntıya, huzurun bozulmasına ve zamanla bir nevi anarşik bir ortamın oluşmasına sebep olabileceğinden korkuluyor. Nitekim 8 Eylül’de Alman meclisinde enerji krizi tartışıldığında, Sağ Parti (AfD) lideri Alice Weidel’ın; bunun, önümüzdeki kış insanlar üşemeye başladığında ve enerji faturalarını ödeyemez hâle geldiklerinde mümkün olacağından bahsetmiş olması, bu tehlikeye işaret olarak görülebilir.
İslâm’da doğalgaz, kömür, güneş veya rüzgâr enerjisi, hiç kuşkusuz kamu mülkiyetindendir ve kâr amaçlı olarak satılamaz. Devlet bunların üretim maliyetini, onun asıl sahibi olandan yani ümmetten alır, o kadar. Mezkûr örnek üzerinden devam edecek olursak; bir saatte yapılan enerji üretim veya tüketim miktarını ifade eden birim olan 6-7 sent/kWsa ümmetten alınır. Bu rakamın, Allah’tan korkan bir halifenin yönetmiş olduğu bir devlette çok daha düşük olacağı aşikârdır.
Almanya’nın belki de en meşhur fizikçilerinden biri olan Gazeteci Yazar Ranga Yogeshwar’ın şu tespitleri oldukça manidardır:
“İnsanların muhtaç olduğu ve seçme imkânının olmadığı ürünleri -örneğin; enerjiyi- pazardan almış olduğumuz bir kazak ile aynı kefeye koyamayız. İnsanlar pahalı olan kıyafeti alıp almama konusunda serbest iken bu imkân onlara enerjide verilmiyor. Dolayısıyla serbest piyasanın bunu belirlemesi oldukça tehlikeli. Bu konuda devletin müdahale etmesi ve yüksek kazanç elde edenlerden yüksek vergi alması veya başka şekilde müdahale etmesi ise kapitalist serbest piyasa fikrine ters. Artık ne yapmak istediğimize karar vermek zorundayız.” İşte bu ve benzeri tespitler artık akil insanlar nezdinde Batı’da her geçen gün daha gür bir şekilde dillendirilmekte. Halkın bir kısmı ise artık adeta patlamaya hazır bir bomba misali beklemekte. Ya bunlara gerçek çözüm olan İslâm Şeriatı alternatif olarak bir devlet örnekliği üzerinden gösterilecek ya da Batı, bu gidişte kendi kendini yok edecek.
Sistemin ne kadar bozuk ve çarpık olduğunu anlamak için son bir örnek daha vererek konuma son vermek istiyorum.
İklim değişikliği çerçevesinde dünya, Almanya gibi özellikle sanayisi güçlü ülkelerin imzaladığı raporlar gereği 2045 yılına kadar tamamen “yeşil enerji” olarak adlandırdıkları güneş ve rüzgar enerjisine geçmek zorunda. Şu an Almanya, enerji ihtiyacının %4,7’sini rüzgar %2,0’sini güneş enerjisi ile karşıladığı için 2045 yılına kadar Almanya’nın her yerine rüzgar pervaneleri ve güneş panelleri koymuş olsa da bu hedefe ulaşamayacak.
Burada, ekonomi uzmanı Gazeteci Ulrike Hermann’ın bir kaç gün önce yayımlanmış olan ve Almanya’da çok ses getiren yeni kitabından bahsetmek istiyorum. Kitabın ismi: “Kapitalizmin Sonu - Neden Kalkınma ile Doğayı Korumak Mümkün Değil ve Gelecekte Nasıl Yaşayacağız?” Kitabın üç ana başlığı mevcut. Birinci başlık: “Kapitalizmin hayatta kalabilmesi için neden sınırsız büyümesi gerekiyor?” İkinci başlık: “Doğaya zarar vermeden sınırsız kalkınma mümkün olmadığı için yeşil kalkınma mümkün değil” Üçüncü başlık: “Kapitalizmden uzaklaşma”.
Hermann’ın, kitabının başında dile getirmiş olduğu şu kıyaslama oldukça ilginç. Bu şekilde yaşamaya ve tüketmeye devam edilirse dünyada yaşamanın orta vadede mümkün olmadığını söyledikten sonra yaşama ve tüketme örnekleri olarak Avrupa, ABD ve Katar örneğini veriyor. Dünya, Avrupa gibi yaşamaya devam ederse en az üç dünyaya; ABD gibi yaşarsa beş dünyaya; bugün giyilenin yarın giyilmediği, ortalama bir ailenin en az 10-15 lüks arabaya sahip olduğu Katar gibi yaşarsa 33 dünyaya ihtiyaç olduğunu dillendiriyor. Ardından kontrolsüz küçülmenin ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğinden bahsediyor ve örnek olarak 1929 dünya ekonomik krizinden sonra 1933 yılında insanların korku ve endişeden dolayı otoriter bir ırkçıyı, Hitler’i seçtiğini; Hitler’in de iktidara gelerek İkinci Dünya Harbini başlattığını anlatıyor. Aynısını, 2008 dünya krizinde ve daha yakın zamanda, Mart 2020 pandemi sürecinde de gördüğümüzü ifade ediyor. Almanya’nın bu süreçte, 500 milyar avroyu piyasaya sürmek zorunda kaldığını, aksi takdirde kontrolsüz bir çökmenin olacağını örnek olarak anlatıyor.
Kitabın devamında; çözüm olarak büyümenin değil küçülmenin nedenlerini anlatıyor ve yeşil büyümenin kesinlikle mümkün olmadığını örnekleri ile izah ediyor. İlginç olan ise yeşil enerjinin yani güneş ve rüzgâr enerjisinin sınırsız olması değil, düzensiz olması. Yani Almanya gibi düzenli olarak enerjiye ihtiyaç duyan bir ülke örneğini verecek olursak; özellikle kış aylarında güneş enerjisinin ve yaz aylarında da rüzgâr enerjisinin yeterli olmayacağını biliyoruz. Dolayısıyla enerjinin depolanması gerekiyor. Bunun doğaya zarar vermeden sadece batarya ve hidrojen teknolojisi ile mümkün olduğunu ancak bu işlemin çok aşırı maliyetli olacağını dillendiriyor.
Tüm bu anlatılanlardan ve verilen örneklerden özetle şunları söyleyebiliriz: Batı, son yüzyılda aç gözlülüğü ve bitmek tükenmek bilmeyen sömürü iştahı ile doğayı yaşanılması zor olan bir hâle getirdi. İnsanlar aslında günümüzde modern bir kölelik çarkında debelenip durmakta ve her geçen gün kendi iradelerini terk etmek zorunda kalmaktalar. Birçok insan artık günü birlik zevkleri için günlerce çalışmakta ve hiç bir sorumluluk almamakta. Zihniyetleri bozulmuş, hatta erkek mi, kadın mı olduğu belli olmayan, her türlü sapıklıkla zevklerini tatmin etmeye çalışan adeta köle bir robot gibi Batılı insan.
Bu gidişata bir “dur!” demenin zamanı geldi de geçiyor. Değil Müslümanların tüm insanlığın kurtuluşu olacak İkinci Râşidî Hilâfet Devleti inşallah tez zaman kurulur ve dünya, rahat bir nefes alır. Rabbim! O günleri görmeyi bizlere nasip et! (Âmin.)