İki bin yıl önce yaşamış olan Çinli General Sun Tzu savaşlar ile ilgili şöyle bir tespit yapmış: "Yüz savaşta yüz zafer kazanmak askerî başarının zirvesi değildir, asıl düşmanı savaşmadan bastırmak, askerî başarının zirvesidir.”
Sun Tzu’a göre; başarıya ulaşabilmek için savaşa girmek isteyen bir liderin ya da komutanın önce halkını savaşa inandırması gerekiyor. Ordu savaşa gittiğinde geride kalan halk, kendi arasında birliği sağlamalı. Bu sebeple insanlar, lider ya da komutanın halkın çıkarlarını önemsediğine ve bu çıkarların doğru ve meşru olduğuna ikna edilmeli. Bununla birlikte düşmanın motivasyonu kırılır, birliği de dağılırsa hiç kılıç çekilmeden, silah kullanılmadan savaşın kazanılması mümkün olabilir. Tüm bunlar için herkesin inanacağı bir öyküye ihtiyaç var tabii…
Batı’nın Yazdığı Savaş Öyküleri
Bugüne kadar ABD ve Batılı devletler, sömürmek istedikleri bir toprağı işgale başlamadan önce hep bir savaş öyküsü yazdılar. Bu öykü hem kendi halklarını savaşın gerekliliğine inandırdı hem de düşman olarak gördükleri ülkenin ve komşu ülkelerin dayanışmasını yok etti. Bunun birçok örneği var: ABD, Afganistan’a karşı başlattığı savaşa gerekçe olarak 11 Eylül saldırılarını gösterdi ve öykü hemen yazıldı. “Radikal İslâm”, “İslâmi Terör” ve “Terörle mücadele” söylemleri, ABD ve Batılı yöneticilerin diline pelesenk oldu. Önce uluslararası kuruluşlar bu öyküye inandırıldı, sonra medya yolu ile dünya kamuoyu, en önemlisi de Amerikan kamuoyu aynı öyküye inandı.
Bir başka öykü, Irak’ın işgalinde yazıldı. Amerika, Irak’ı işgal etmek için öncesinde “kötü ama zayıf/tehlikesiz diktatör” olarak gördüğü Saddam’ı, bir anda “kötü ve tehlikeli diktatör” haline dönüştürdü. ABD’ye göre Irak’ta kimyasal silahlar vardı ve bu silahlar dünya için tehlike arz ediyordu. Bu öykü de tuttu. Öyküye hem Amerikan halkı inandı hem de Irak ve bölge ülkelerin yönetimleri ve halkları…
Öyle ki ABD yıllarca Batı’ya hizmet eden Irak lideri Saddam’ın heykelini kendi halkına yıktırmayı başardı. Halkın direnişi ile karşılaşınca da onları terörize etmek için “terörle mücadele” söylemine başvurdu. Böylece hem Amerikan halkını hem bölge ülkelerini hem de dünya kamuoyunu buna inandırmaya çalıştı. Savaşın sonunda ABD’nin Dışişleri eski Bakanı Madeleine Albright verdiği bir röportajda şöyle dedi: “Irak'ta 500 bin çocuk öldürdük, zor bir seçimdi ancak bu bedele değdiğini düşünüyorum.”
Yine benzer öyküyü Suriye’de IŞİD üzerinden yazdılar. Batılı ülkeler ve birçok Ortadoğu ülkesinin katıldığı Uluslararası Koalisyon gücü ile IŞİD’e karşı bir savaş başlattılar. Bu öykü, Baas rejimin 1 milyona yakın insanın ölümüne sebep olan cinayet ve katliamlarının üstünü örttü.
“İsrail”in Kimseyi İnandıramadığı 7 Ekim Öyküsü
Bugüne geldiğimizde hem “İsrail” hem de ona her türlü desteği veren Batılı devletler, 7 Ekim Aksa Tufanı Harekâtı üzerinden yeni bir öykü yazmaya çalışıyor. Öykü, 7 Ekim'de Kassam Mücahitlerinin “sivilleri öldürdüğü” ve “İsrail”in buna karşılık “meşru müdafaa” hakkını kullandığı senaryosu üzerine kurgulanıyor.
Senaryoda Siyonist varlık “kurban”, Kassam Mücahitleri “saldırgan” olarak gösteriliyor. Buna göre; Siyonist varlığın 7 Ekim’e yanıt vermek için bir nedeni varken 75 yıldır işgal, tehcir, katliam ve zulme maruz kalan Filistin halkının ve mücahitlerin “İsrail”e saldırmasının hiçbir nedeni yok! Nasıl bir manipülasyon ile karşı karşıyayız farkında mısınız?
“İsrail”in bugüne kadar Gazze’de 10 bini çocuk, 7 bini kadın olmak üzere 30 bin Müslüman’ı katletmesi konuşulmuyor. Gazze’deki binaların neredeyse %60’ının ağır bombardıman ile tamamen yıkılması ve bu binaların enkazları altında hâlâ daha 7 binden fazla cesedin olduğu konuşulmuyor. 1 milyona yakın Müslüman’ın Gazze’nin Refah kentine sıkıştırılması, 500 bin insanın açlık ve susuzluk ile ölüm tehlikesi yaşaması konuşulmuyor.
Konuşulan tek şey; 7 Ekim’e karşılık “İsrail”in “meşru müdafaa” hakkını kullanması ve esirleri geri almak istemesi. Peki, “İsrail”in elindeki 10 binden fazla esiri geri almak ve kendi topraklarından işgalcileri çıkarmak için mücahitlerin harekât başlatmaları, meşru bir gerekçe değil mi?
Bir de dikkatlerden kaçırılan başka bir şey var: Kassam Mücahitlerinin, 7 Ekim Aksa Tufanı Harekâtı ile sınırdaki beton duvarları aşması, paramotorlar ile içeriye girerek işgal güçlerini hezimete uğratması ve 254 kişiyi esir alarak başarıyla geri çekilmesi hiç konuşulmuyor. Çünkü bu gerçekler konuşulursa “yenilmez” denilen “İsrail” efsanesi yerle bir olacak, “kâğıttan kaplan” darmadağın yere serilecek.
Batı Putlarını Yemeye Başladı
“İsrail” balonu patlayınca, ABD ve Batı tedirgin olmaya başladı. Neredeyse 4 aydır bir taraftan Müslümanlar, diğer taraftan Batılı halklar meydanlarda “İsrail”in katliamlarını protesto ediyor ve Gazze halkı ile dayanışma sergiliyor. Artık Batı medyası, işgalci “İsrail”in işgal, tehcir, cinayet ve soykırımlarına kendilerince “meşru” bir gerekçe üretemiyor. Ürettiği gerekçelere artık kimseyi inandıramıyor. Efsaneye dönüşen “İsrail” ordusunun başarısızlığını ve eğer savaş devam ederse daha büyük bir hezimet yaşayacağını da görüyor. Propaganda ve bilgi savaşında da başarı olmayınca artık “putları yemeye” sıra geldi demektir.
İngiltere’nin Hizb-ut Tahrir’i Yasaklama Kararı
İngiltere daha önce (ilki Tony Blair, ikincisi David Cameron döneminde) iki kez gündeme getirip mecliste tartıştığı “Hizb-ut Tahrir’i yasaklama girişimi”nin üçüncüsünde, Rishi Sunak döneminde nihayet muradına erdi. 18 Ocak Perşembe günü Hizb-ut Tahrir’in faaliyetlerinin yasaklanmasını içeren yasa tasarısı, Avam Kamarası'nın oy birliğiyle aldığı karar ve Lordlar Kamarası’nın onayı ile hayata geçirildi. Önceki iki girişimde reddedilen tasarıda yasaklamaya yeni bir gerekçe oluşturmak gerekiyordu. İşgalci “İsrail”in yaşadığı hezimet ve Gazze halkına yönelik her geçen gün artan desteği gören İngiltere bu kamuoyunun oluşmasında en büyük katkıyı sağlayan Hizb-ut Tahrir’i yasaklamak için kendince iyi bir fırsat buldu.
Yasaklama gerekçelerinin neler olduğunu, Avam Kamarasında konuşan Güvenlik Bakanı Tom Tugendhat’ın açıklamalarından anlıyoruz:
• Yahudi Karşıtlığı
• Aksa Tufanı Harekâtını övmek ve mücahitleri “kahraman” olarak nitelendirmek
• Eşcinselliğe karşı olmak
• Demokrasiyi Reddetmek
• İngiliz değerlerini reddetmek ve bu değerleri baltalamak.
Bu gerekçelerin birçoğu, Batı’nın ikiyüzlülüğünü gösteriyor. Çünkü asıl Yahudi karşıtı olanlar, kendi topraklarında Yahudilere hayat hakkı tanımayan İngiltere ve tüm Batılı devletlerdir. Bu sebeple 1917 Balfour Deklarasyonu ile İngiliz Siyonist hareketi lideri Jacob Rothschild’a, Yahudilere Filistin’de “ulusal ev” vaadinde bulundular. Bu deklarasyonun altında imzası bulunan İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, İngiltere’nin bu amacın gerçekleşmesini kolaylaştırmak için elinden gelen çabayı harcayacağına dair Siyonist lidere söz veriyor.
Dün Filistin topraklarına Yahudi varlığını işgalci olarak yerleştiren İngilizler, bugün putlarını yeme ve kutsal saydıkları İngiliz değerlerini çiğneme pahasına Hizb-ut Tahrir’i yasaklayarak işgalci Siyonistleri koruyorlar. Filistin’deki İngiliz işgaline karşı yürütülen direniş ve cihada, Şehit İzzetin Kassam ile birlikte destek veren Şeyh Takiyyuddin en Nebhânî’nin Hizb-ut Tahrir’i kurarak küresel bir talebe dönüştürdüğü Hilâfet projesinin hayata geçmesinden o denli korkuyorlar.
İngilizlerin Hilafet’e olan düşmanlıkları yeni değil. Hilâfet'i ne sebeple kaldırdılarsa bugün de Hizb-ut Tahrir’i aynı sebep ile yasaklıyorlar ve mücadele ediyorlar. Tabi ki bu düşmanlık tek taraflı değil karşılıklı... Bunu en güzel Şeyh Takiyyuddin en Nebhânî’nin şu sözü ile ifade edebilirim: “Müslüman anneler çocuklarını İngiliz düşmanlığı ile emzirerek büyütsünler.”
Son söz: Türkiye’de TV ekranlarında, gazete köşelerinde, sosyal medya platformlarında Hizb-ut Tahrir’e “İngilizci” diyerek iftira atan, merkezinin Londra’da olduğunu iddia ederek yalan söyleyen gazeteciler ve bilumum kişiler artık utanırlar mı bilmiyorum…