F. Gülen cemaatinin “ılımlı İslam'ı temsil ettiği” söylenirdi. Ilımlı İslam ise Batı'nın, Müslümanlara yüklediği “radikal, kökten dinci, terörist, şeriatçı” kavramlarına karşılık olarak üretilmiş bir temsildi. Şimdi ise karşımıza darbeci kimliği ile ordunun içerisinden (kamuoyu edilen ve medya da yazılanların aksine) ulusalcı laik Kemalist subaylarla birlikte, darbe girişimine destek veren güç odakları olarak 15 Temmuz gecesi karşımıza çıktılar. Bu darbe yüzlerce Müslüman’ın ölmesine, binlercesinin yaralanmasına sebep oldu. Büyük ölçüde maddi zararlar verdi. Hedefine ulaşsaydı yaşananlar devede kulak kalacak ölçüde zulüm ve terör içerecekti.
Özellikle 90’lı yıllarda soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, NATO’nun görev anlayışı değişti. ABD ve Batı’nın o zamana kadar kendisine düşman belirlediği SSCB’nin dağılmasıyla, kendisine karşı durabilecek tek güç olarak gördüğü İslam’ı, yeni düşman ilan ettiler. Buna göre Ortadoğu bölgesinde ve diğer halkı Müslüman olan ülkelerde askeri saldırı ve işgaller başlatıldı. Müslümanlara karşı legal-illegal terör yapıları oluşturuldu. Acımasızca kimyasal silahlar kullanıldı. Yüzbinlerce Müslüman öldürüldü. Milyonlarcası yaralandı, bir o kadarı da sakat bırakıldı. Bu işgal ve saldırılar halen Afganistan, Libya, Pakistan, Afrika ve Suriye’de devam etmektedir.
Bunlar Batı’nın düşman olarak hedef tahtasına yerleştirdiği, İslam’a ve Müslümanlara karşı askeri operasyonlar kısmıydı. Batı’nın İslam’a karşı bir diğer saldırı girişimi de kültürel saldırıydı. Müslüman toplumların içerisinden seçtiği, laikliğe ve demokrasiye karşı olmayan cemaatleri, çeşitli vaatlerle aldatarak kendisine yakınlaştırdı. İslami hareketlerin vahyi merkeze alan düşüncelerine karşı, laikliği olmasa da, demokrasiyi merkeze alan, onu içselleştiren bu yapılar, Batı’nın demokratik ılımlı İslam olarak vasıflandırdığı düşüncesinin öncüsü oldular.
Başta ABD olmak üzere Batı’nın, ılımlı İslam projesi için koruyup desteklediği Türkiye’de esasi iki yapı vardı. Siyasi hareket olarak AK Parti, kültürel faaliyetler için Gülen cemaati idi. Bu iki yapı, Türkiye’de ılımlı İslam projesinin öncüleriydi. ABD menşeli bu projeler kapsamında düzenli aralıklarla Abant platformu ve Dinler arası diyalog toplantıları yapıldı. Çeşitli düzeyde profesör, akademisyen, siyasetçi, gazeteci, köşe yazarı günlerce Abant’ta kampa girer, demokrasinin erdeminden, özgürlüklerinden yola çıkarak demokrasinin İslam’a aykırı olmadığını, İslam’dan bir parça olduğunu tartışırlar ve aklî çıkarımları vahyin önüne geçirmek için sayfalar dolusu sonuç bildirgesi yayınlarlardı. Bir hafta televizyonlarda tartışılır, demokrasiyi elbirliği ile İslam’ın bir adım önüne geçirmek için medya seferber edilirdi. Bunlarla Müslümanların beyinlerine tıka basa Batılı demokrasiyi yerleştirmeyi amaç ediniyorlardı.
Batı’nın zehirli fikirleri olan demokrasi, dinler arası diyalog, ılımlı İslam ve uzlaşma gibi İslami olmayan kavramlar konferans, seminer ve paneller yoluyla Müslümanlara anlatılıyor, dergi ve gazeteler yoluyla daha geniş kitlelere ulaşması sağlanıyordu. Hoşgörü kavramı sıkça işleniyor herkese hoşgörülü olunması vaaz ediliyordu.
Bu süreçte devletin çeşitli kademelerinde kendilerine yer bulan Gülen cemaati, savundukları fikirlere karşı duran, Müslüman dava adamlarına, İslami hareketlere kumpas kurdular. Evlerine, işyerlerine “suç delillerini” özenle yerleştirdiler. Bunu birebir kendim yaşamasam da, çok yakınımdaki insanlar bunu yakinen yaşadılar. Yani anlayacağınız kâfirlere gösterdikleri hoşgörüyü, Müslümanlardan fazlasıyla esirgediler.
AK Parti ile birlikte el ele yürüdükleri ‘çıkar’ üzerine kurulu bu demokratik yolda, birkaç yıl önce başlayan menfaat çatışması, Gülen cemaatinin tasfiyesine giden süreci başlattı. 15 Temmuz gecesi yaşananlar da bu sürecin bir sonucudur. Hükümete kin besleyip darbe girişiminde fiilen yer almış olmalarına rağmen, o karanlık gecede halkın üzerine helikopterlerden, F-16’lardan ateş ettirmek “siyasi bakıştan uzak” bir cemaatin yapabileceğibir iş değil, cumhuriyetin kuruluşundan beri kendi halkına düşmanca tutum sergileyen ordu içerisinde aktif bir yapının yapabileceği bir saldırıdır.
Bir darbeyi planlamak, koordine etmek, yönetmek ve başarıya taşımak “siyasi olmayan” bir hareketin yapabileceği bir iş değildir.
Müslüman Türkiye halkına bu hasımca tutumu reva görenler ancak İslami kültürden uzak, hayranı olduğu Batı kültürüyle yetiştirilmiş, İslam’a ve kendi halkına düşman Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde kendilerini ulusalcı laik Kemalist olarak tanımlayanlardır. Nitekim onlar bu hasım tutumu sergileyebilecek kararlılıkla yetiştirilmektedir.
Bunu şundan dolayı söylüyorum: Müslüman halk bu acıları daha önce defalarca yaşadı. Birçok örnek var. Şöyle ki;
Müslümanların İslami taleplerine karşılık, keskin Kemalist devrimleri uygulayanlar kimlerdi? İdam sehpalarını kuranlar kimlerdi? 1925'te Şapka Devrimi karşıtlığı bahane edilerek Karadeniz kıyılarından Hamidiye zırhlısıyla Rize'yi bombalayanlar, hukuksuz İstiklal Mahkemeleri eliyle hukuksuzca infaz yapanlar, 1960 darbesini yapıp Menderesi idam edenler, 71 muhtırasını düzenleyenler, sağ-sol çatışmaları sebebiyle adam kaçıranlar, yargısız infaz yapanlar kimlerdi? 1980 darbesini gerçekleştiren kimlerdi? Cezaevlerinde türlü işkence uygulayanlar kimlerdi? Öldürülen binlerce insan ve hala çözülemeyen faili meçhuller, bunları yapanlar kimlerdi?
28 Şubat’ın generalleri kimlerdi? 27 Nisan e-muhtıra’yı yazanlar! Yakın tarihte bütün bunları yapan güçler, bugün de bu darbeyi planlayan, organize eden, uygulayan, halkın üzerine ateş edenler yine aynı güçler yine aynı zihniyettir. İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık besleyen bu laik Kemalist yapının sadece ordu içerisinde değil, medya, STK, ekonomi, eğitim alanlarında da var olduklarını gördük. Avrupa medeniyeti yanlısı laik Kemalist cunta, çoğunluğu teşkil eden Müslüman halkı kontrol altında tutmak için öldürmek dâhil her yolu meşru görmektedir.
Müslüman halkın inançlarına değer vermeyen, Müslüman halkın İslami değerlerini öncelikleri arasına almayan, bunun için çalışmayan devlet içerisindeki hiçbir yapı, hiçbir kurum, hiçbir STK ve hükümet halka rağmen başarılı olamaz. Zira Türkiye’deki Müslümanlar laik ve demokratik dayatmalara, demokratik yönlendirmelere rağmen İslami kimliğini kaybetmemiştir, kaybetmeyecektir de! 15 Temmuz gecesi Tekbirlerle tankların önüne yatmaları bunun ispatıdır.
Bundan sonra Türkiye’de Fetö’nün misyonu bitti. Yandaşları dâhil hiçkimse adını hayırla anmayacak. Fakat Ak Parti’nin siyasi misyonu devam ediyor. Müslümanların İslami duruşları, İslami sloganları rejim yanlılarını korkutmuş olacak ki toplumun darbe karşıtlığını demokrasi nöbeti, demokrasi şehitliği ve demokrasiye bağlılık gibi kavramlarla demokrasiyi sahiplenme noktasına getirildi. TV, gazete ve sosyal medya yoluyla**“Darbe karşıtı”** olan Müslüman halk “demokrasi yanlısı” ilan edildi.
Cumhuriyet tarihi boyunca hiç olmadığı kadar demokrasi haberi yapıldı, demokrasinin erdeminden bahsedilerek toplumun gündemine, hafızasına sokulmak istendi. 1950’den itibaren İslam’a karşı savaşta ABD’nin uzak karakolu olma görevini yürüten Türkiye, 2000’li yıllardan sonra İslam’a karşı savaşta görevini yeni demokratik üsluplarla devam ettiriyor. ABD’nin İslam’a saldırı üsluplarından olan demokrasinin yeni süreçte Müslüman halkın yaşantısının kaynağı olması isteniyor. Özgürlüklerle İslam’a bağlılık zayıflatılıp, her alanda demokrasi kanunlarının galip gelmesi hedefleniyor.
Oysa Müslümanların taleplerine baktığımızda, yaşantılarında demokrasi istemediklerine şahitlik ediyoruz. Allah’ın dinini istiyor, Hilafet istiyorlar! Türkiye ve dünya Müslümanlarının Allah’a bağlılığı ve İslami yönetim olan Hilafeti talep etmeleri, düşüncelerini İslam’la şekillendirmeleri Batı’nın korktuğu, endişe duyduğu ve engelleyemediği tek gerçektir.
ABD ve Avrupa elbet korktuğuyla yüzleşecektir...!