Asla Durma!
22 Kasım 2017

Asla Durma!

İstedim ki bu makalemde anlatmak istediklerimi öyküler üzerinden anlatayım. İstedim ki bu öyküleri kendi hayatımızdaki vakıalarla kıyaslayalım, öykülerdeki karakterlerin yerlerine kendimizi koyalım, hissedelim, düşünelim.

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır.

Babasının işi nedeniyle çocuğun ortaöğretimi kesintilere uğramıştı.

Orta 2’de iken öğretmeni, büyüdüğü zaman ne olmak istediğini bir kompozisyon halinde yazmasını istedi.

Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı.

Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.

Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.

Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.

Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.

Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.

İki gün sonra öğretmen ödevi geri verdi.

Kâğıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “sıfır” ve “Dersten sonra beni gör” uyarısı vardı.

Çocuk öğretmenine merakla sordu:

- Neden “sıfır” aldım?

Öğretmeni:

- “Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal dedi, paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkânsız. Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.”

Çocuk evine döndü, bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini öğretmenine hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü.

- Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin, “ben de hayallerimi”…

O, orta 2. sınıf öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor.

Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.

Çocuk, hayallerini, ödev kapsamında aslında plana dökmüştü. Aynı bir mimarın, bir mühendisin yaptığı gibi. Bir mimar bir bina yapacaksa, onu zihninde tasarlar, tasarımlarını kâğıda döker, planlar. Mühendis, bir makine yapacaksa, önce zihninde tasarlar, sonra kâğıt üzerinde ölçer, yazar, çizer.

Çocuk, hayallerinden vazgeçmedi. Ulaşmak için plan yaptı ve çalıştı. Bunu yapmasının imkânsız olduğunu söyleyenlere aldırış etmeden amacına doğru yürüdü.

Müslümanlar için de böyle değil mi? Bir Müslümanın, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın emrettiği şekilde yaşamasından daha doğal bir şey yok iken, bunu isteyen ve buna ulaşmak için Allah Rasulü’nün metodunu takip ederek plan, proje yapan Müslümanlar hayalcilikle suçlanıyor, acelecilikle itham ediliyor, imkânsızlıklar okyanusunda kürek çektikleri söylenerek alay ediliyor. Peygamberler ve iman edenler ile de benzer ifadeler kullanılarak alay edilmedi mi? Onlar da küçümsenmedi mi? Demek ki asla durma, doğru yoldasın!

George Dantzig anlatıyor: Berkeley’de California Üniversitesi Matematik Bölümü öğrencisiydim. Her zamanki gibi sınıfa geç girdim ve tahtadaki iki soruyu ev ödevi sanarak defterime geçirdim. O akşam, soruların üzerinde çalışırken bunun profesörün verdiği en zor ödev olduğunu düşündüm. Her gece, başaramasam da sırasıyla her iki problemin üzerinde saatlerce çalıştım. Birkaç saat sonra beynimde bir şimşek çaktı ve her iki problemi birden çözdüm. Ertesi gün cevapları okula götürdüm. Profesör, masanın üzerine bırakmamı söyledi. Masanın üzerinde kâğıttan bir tepe oluşmuştu. Benim kâğıdımın bunların arasında kaynayacağını düşünüp bir sıraya üzgünce oturdum. Altı hafta sonra bir Pazar sabahı kapının vurulmasıyla uyandım. Kapıda profesörü görünce dondum kaldım. “George! George!” diye bağırıyordu. “Problemi çözmüşsün” dedi. “Tabii ki” diye cevap verdim. “Çözmem gerekmiyor muydu?” diye sordum.

Profesör, tahtaya yazılmış olan o iki problemin ev ödevi olmadığını, dünyanın önde gelen matematikçilerinin şimdiye kadar çözememiş oldukları iki ünlü problem olduğunu açıkladı.

George Dantzig sonra diyor ki: “Birisi bana onların, iki ünlü çözülememiş problem olduğunu söyleseydi, sanırım onları çözmeyi denemezdim bile.”

Bilirsiniz, öğrenilmiş çaresizlik diye bir teori var. Kendinizin ya da çevrenizdekilerin, bir duruma karşı birden fazla kez başarısız olması sonucu artık sonucu değiştirmenin mümkün olmadığına inanmaya başlamak, kısacası vakıaya teslim olmak olarak açıklayabiliriz.

Bu, Martin Seligman tarafından yapılan bir deneyin sonuçları ile ortaya atılmış olan bir teoridir. Deney kabaca şöyle: “kaçış grubu”, “boyunduruk grubu” ve “kontrol grubu” adı altında üç gruba ayrılmış 24 köpek vardır. Köpeklerin hepsi beyaz bir kabinin içine yerleştirilmiş yatarlarken; kaçış grubundaki köpeklerin ayaklarına elektrik şoku verilmiştir. Odada bulunan bir paneldeki butona basarak elektrik akımını kesmek mümkündür. 30 saniye içinde köpek butona basmazsa şok kendiliğinden kesilmektedir. Bu gruptaki köpekler, kısa süre içeresinde butona basmayı öğrenmiş ve şokun süresini azaltmışlardır.

Boyunduruk grubundaki köpeklere de aynı şok uygulanmış, ancak bu gruptaki köpekler, butona bassalar dahi akım kesilmeyecek biçimde tezgâha getirilmişlerdir. Köpekler butona basmayı denemişler fakat belli deneme sonunda artık vazgeçmişlerdir.

Kontrol grubundaki köpekler de benzer odadadır fakat onlara elektrik şoku verilmemektedir.

Bu öğrenme sürecinden sonra köpeklerin hepsi toparlanıp, kısa bir çit ile iki bölmeye ayrılmış bir alana götürülmüş ve köpeklerin hepsine elektrik şoku verip, çitten karşıya atlamaları beklenmiştir.

Yapılan 10 denemenin sonucunda durum şudur; ikinci -boyunduruk- gruptaki 8 köpeğin 6'sı hiç bir şekilde çitin karşısına atlamamıştır. Birinci -kaçış- ve üçüncü -kontrol- gruptaki köpekler ise, çitin karşı tarafına atlamışlardır.

Aradan bir hafta geçtikten sonra, köpekler yine bu çitle ayrılmış alana getirilmişler; fakat boyunduruk grubundaki 8 köpeğin 5'i, hala tepkisiz kalmış ve çiti geçmek için eylem yapmamıştır.

Deneyin sonucu, boyunduruk grubundaki köpeklerin çaresiz olmayı öğrendiklerine işaret etmişti.

Sözün özü ise; düşündüğünüz şeyler yani fikirler mefhumlarınızı, mefhumlar da davranışlarınızı belirler.

Öğrenilmiş çaresizliğin teorisi ise, daha sonradan 'his ve duygu yokluğu' olarak da tanımlanan depresyonu açıklayacak bir model için, insan davranışlarını da kapsayacak şekilde genişletilmiş.

Günümüzdeki Müslümanların durumları da böyle değil mi? Haram üzere başa seçilen ve güçlü gözüken yöneticinin de İslâm adına hiçbir şey yapmadığı görüldüğünde ümitsizlik zirve yapıyor. Zulme karşı durduklarını söyleyenlerin devletsel boyutta kâfirlerle ittifak içinde olduğunu tüm gözler görüyor. Gerçek çözüm için bize enerji lazım. Batılda kendimizi tüketme lüksümüz yok. Maalesef, insan, ne ise o olmayı reddeden tek yaratık. Diğer yaratılmışlar ne ise o olduğunu kabul ediyor. Haydi, Allah’ın kulu olduğunu kabul et ve O’nun hükümlerinin yeryüzüne hâkim olması için doğru metot ile çalış.

Siz, İslâmi hayatı başlatmaya davet çalışması yürütürken, karşılaştığınız insanlardan “aman, böyle gelmiş böyle gider, sen mi değiştireceksin bu düzeni?” diye bir ifade duydunuz mu? Köpekler üzerinde acımasızca yapılan deneydeki gibi cezanın her zaman fiziksel olması gerekmez, bazen de psikolojiktir, siyasidir. Bir de bu teorinin ucuna bağlayabileceğim Stockholm sendromu var ki, o kendisine baskı uygulayana, zulmedene âşık olma boyutuna kadar ulaşıyor. Yani, çaresizliği, zulmü artık kabul etmiş, hatta bunu yapana da hoş bakıyor. Bu zulüm, ona zulüm gibi gelmiyor. Alışmış. Bilmem anlatabildim mi?

Uyuşturucu bağımlısı bir babanın, iki çocuğundan biri aynı babası gibi uyuşturucu bağımlısı olmuştur ve hapishaneye girmiştir. İşin ilginç yanı aynı babanın diğer oğlu ise büyük bir şirketin genel müdürü olmuştur.

Bu olay gazetecilerin çok dikkatini çeker ve hapishanedeki baba ile görüşme yapmaya giderler. Görüşme sırasında adam, asla oğullarını birbirinden ayırmadığını, ikisine de aynı şekilde davrandığını üstüne basarak belirtir ve şöyle der:

“Nasıl büyüdüklerini bilmem. Çünkü ikisiyle de hiç ama hiç ilgilenmedim.”

Bunun üzerine daha çok şaşıran gazeteciler, oğullar ile görüşmeye karar verir. Hapisteki oğluna gidip, ona niçin bu durumda olduğunu sorarlar. Cevap üzücü, fakat bir o kadar da açıktır:

“Babamı tanıyorsunuz, başka ne yapabilirdim ki?”

Asıl olayın ilginç yönü, şirket yöneticisi olan oğlun düşüncesidir. Gazeteciler onunla da röportaj yaparlar ve ona da nasıl bu duruma geldiğini sorarlar. Cevap çok ilginçtir:

“Babamı tanıyorsunuz, başka ne yapabilirdim ki?”

İnsanların arasında çok küçük farklılıklar vardır ama o küçük farklılık çok büyük farklar yaratabilir. Bu çok küçük farklar insanların bakış açısıdır. Ya yerinizde sayarsınız ya da bir sorunla karşılaştığınızda fırsat bunun neresinde diye düşünürsünüz. Tercih sizin!

Aslında her insan HEDEFİNE ULAŞMAK İÇİN YETERLİ KAYNAĞA SAHİPDİR. Sadece karşılaştığı sorunlardaki fırsatları görüp, her şeyi kendi adına yakıta çevirebilmeyi bilsin yeter.

Bolca şükretmemiz gereken ve ancak aklı başında kimselerin kavrayabileceği en büyük nimetlerden biri demokratik, laik, maddeci düşünsel yapıya sahip, ‘fayda-zarar’ı, menfaati ölçü alan insanları görüp onlara aldanmayarak; demokrasiyi, seçimlere katılmayı haram olarak bilmemiz, tek ölçü olarak ‘helal-haram’ı görmemiz, tevhidin ne olduğunu damarlarımızda hissediyor olmamızdır. İzzet ve şerefi Allah’tan bilen, O’nun rızası için çalışan, O’na yaklaşan, nesebi, malı, mülkü, evladı, akrabası tarafından değil, Allah tarafından izzet ve şerefe kavuşturulur ve yüceltilir. Özet olarak, mevcut vakıa bizim için, durmak zamanı değil, koşmak zamanıdır. Allah’ın rızasını kazanmak için fırsattır.

Ayakkabı üreten ve pazarlayan bir şirket, pazar araştırması yapması için Afrika’ya iki elemanını göndermiş. Elemanlar Afrika’nın çeşitli ülkelerinde şehirleri gezmişler, araştırma yapmışlar. Sonunda;

Birinci eleman, patrona yaptığı araştırmaların neticesini bir rapor olarak sunmuş ve demiş ki:

– Afrika’da bizim için hiçbir fırsat yok. Çünkü orada hiç kimse ayakkabı giymiyor.

İkinci elemandan da rapor sunmasını istemişler, Afrika’dan daha geç dönen eleman patronuna yaptığı incelemeler ile ilgili bir rapor sunmuş ve demiş ki:

– Afrika’da bizim için olağanüstü fırsatlar var. Çünkü orada hiç kimse ayakkabı giymiyor.

Bazen aynı vakıaya bakarsın, başkası hezimet görürken, sen fırsat görürsün. Başkası demotive olur, sen daha da fazla Allah’ın davasını yüklenmek için enerji yüklenirsin. Sana gereken enerji, motivasyon önce Allah’a tevekkül etmenden, sonra zihnini dava adamına lazım olan İslâmi kültür ile besleyerek dinç tutmandan geçer. Sonra, Allah’tan gelecek yardım ile asla durma!