Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün, “Adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Hiç kimsenin talimatına, telkinine bakarak değil, dosyaya bakarak vicdanınıza göre karar verin, 83 milyon geleceğe daha güvenle baksın!” demesi üzerinden yaklaşık 2 hafta geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Önümüzdeki aylarda öngörülebilir, kolay erişilebilen yargı sistemi için yeni adımlar atacağız. Yapısal reformların içindeyiz.” şeklindeki yargı reformuna işaret eden sözleri de tazeliğini koruyor. Daha Ekim ayında bir Anayasa Mahkemesi (AYM) üyesinin Twitter’dan “ışıklar yanıyor” paylaşımı üzerinden “darbe iması yaptığı” şeklinde bir polemik de yaşandı. Daha geri gidelim Eylül ayında da Bahçeli AYM’yi aldığı “hak ihlali” kararları üzerinden eleştirerek, “AYM yeni hükümet sisteminin doğasına uygun şekilde yeni baştan yapılandırılmalıdır” demişti. İçişleri Bakanı Soylu da kendine has üslubuyla AYM’nin şehirlerarası yollarda yapılan eylemleri yasaklayan kanunu iptal etmesine ilişkin, “Madem özgür bir ülkeyiz, polis koruması almana gerek yok. Bisikletinle işe git gel bakalım. Sayın AYM Başkanı! Kendi arabamla tek başına gitmeye ben varım, sen var mısın?” Ne büyük bir meydan okuyuş değil mi? Emniyetin en başındaki yetkili, “kendi arabasıyla gitme” üzerine meydan okuyor. Bu, ülkedeki güvenliğin resmidir, hem de en yüksek ağızdan. Neyse, yine biraz daha geri giderek 2016 yılına dönelim. AYM Can Dündar ve Erdem Gül’e ilişkin verdiği tahliye kararı üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan yerel mahkemelere doğrudan -hadi “talimat” demeyelim de- “yol gösterir” gibi şöyle demişti: **“*Onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Direnseydi AYM’nin karar boşa çıkacaktı.” “***Askerî vesayet”ten “siyasi/sivil vesayet”e sadece geçiş yapılan yani vesayetin kabuğu değiştirilerek devam ettirildiği bir ülkede bağımsız yargıdan söz edilebilir mi ya da mevcut yargının hakkaniyet üzere kararlar alması beklenebilir mi?
Esasen tüm demokratik sistemler insan aklından çıkan kanunlara dayandığından, kanunların Allah’la bir ilişkisi bulunmaz. Dolayısıyla bu kanunların ruhu yoktur. Uygulayıcılar da, Allah’tan sakınma, çekinme ya da korkma gibi bir mefhuma sahip değiller ki; hangi hakkaniyet ölçüsüyle hareket edileceği meçhul olduğu gibi, kanunlar her zaman delinmeye, güce boyun büktürülmeye yani yargıya talimat verilmesine, keyfî bir şekilde militanca uygulanmaya, istenildiğinde görmezden gelinmeye, “reform” adı altında üzerinde her türlü oynanmaya açık hükümlerdir. Bu yüzden kokuşmuş demokratik sistemlerde reformların sonu gelmez. Her defasında kokuşmuşluğu örtbas etmek için makyajlayıp yeniymiş gibi sunmaya ihtiyaç duyarlar. Nitekim bu makyajlardan biri de 12 Eylül 2010 referandumu ile hayatımıza giren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınmadan önce hak ihlallerini gidermek üzere AYM’ye bireysel başvuru hakkının verilmesiydi. Sözde hukuk devletinin anayasasında 153. Madde de AYM kararlarının, “yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayıcı” olduğu açıkça belirtilmişken, bu kararların istenildiğinde nasıl görmezden gelindiği, yasal izinleri alınmış olmasına rağmen yapılması engellenen “Dünya Hilâfet’e Neden Muhtaç?” başlıklı konferans yargıya konu bile edilmemesi gerekirken, Köklü Değişim yazarlarımızdan, Mahmut KAR, Abdullah İMAMOĞLU, Musa BAYOĞLU ve Osman YILDIZ hakkında -konuşmalarını yapamamış olmalarına rağmen- toplamda 52,5 yıl ceza talebinde bulunan savcılıkça verilen mütalaada görüldü. Mütalaada zikredilen gerekçeler, AYM’nin Hizb-ut Tahrir yargılamalarına ilişkin defalarca verdiği “hak ihlali” kararlarına inat, hatta “hak ihlali” kararına gerekçe oluşturan aynı cümlelerin tekrarlandığı -özetle “her ne kadar hiçbir şiddete bulaşmamış olsa da, Hilafet Devleti kurulduğunda gayri Müslim devletlere savaş açacağından ileride silahlanacaktır” şeklindeki- absürt ifadelerden oluşuyor.
Aynı şekilde AYM’nin Hizb-ut Tahrir yargılamaları hakkında verdiği ilk “hak ihlali” ve “yeniden yargılanma” kararı verilen Köklü Değişim yazarlarımızdan Yılmaz ÇELİK hakkında Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi önce kendisine intikal eden AYM kararına muvafakat edip –sözde- yeniden yargılamaya başlamış ve yeniden yargılama sonunda da -sanki hiç “hak ihlali” kararı ortada yokmuş gibi-, AYM kararlarını adeta tanımayarak eski cezayı (7,5 yıl) yeniden vermiştir.
Mademki AYM ve kararları yerel mahkemelerce tanınmayacak, öyleyse AYM niye var? “Bireysel Başvuru Hakkı” diye bir hak niye tanındı? Hukukçuların görevi, hak ve hukuka sadakat göstermek iken, “siyasi/sivil vesayet”e sadakat olursa hâl böyle olur. Tabii aldığı kararlar nedeniyle siyasiler tarafından topa tutularak itibarsızlaştırılan AYM’ye ilk derece mahkemeleri niye itibar etsin? AYM kararlarını uygulamayan mahkemeler aldıkları kararların bağımsız olduğunu iddia edebilir mi? Bu ilk derece mahkemeleri AYM kararlarını uygulamayarak bağımsız hareket etmiş olmuyorlar, sadece hukuktan, adaletten, bağlı olduklarını iddia ettikleri yasalardan bağımsız hareket etmiş oluyorlar.
Meseleyi hiç uzatmaya gerek yok, ey siyasi/sivil vesayetin aktörleri! Çıkarın baklayı ağzınızdan; ilk derece mahkemelere tanımamaları için göz kırptığınız, itibarsızlaştırdığınız Anayasa Mahkemesi’ni kapatın ve Bireysel Başvuru Hakkını da iptal edin. Şunu unutmayın: Hizb-ut Tahrir gençleri AYM ve bireysel başvuru hakkına güvenerek İslâm’ın emin bekçileri olma ve İslâmi hayatı yeniden başlatma çalışmasına girişmediler; bilakis onlar yalnızca sizin de Rabbiniz, Âlemlerin de Rabbi olan Allah *Subhanehu ve Teâlâ’*ya güvendiler. Bizim burada AYM ve hak ihlali kararlarına uyulmadığını dile getirmemiz sadece kendi ilkelerinizi hatırlatıp “mücadele edecekseniz ‘mertçe’ mücadele edin, Allah’tan korkmuyorsunuz bari insanlardan utanın!” demek içindir, vesselam.
___
#YargıZulmüneDurDe
#AYMYargınınSüsümü