Koronavirüs salgını ile birlikte hepimiz az ya da çok izolasyon tedbirlerinden etkilendik. Sokağa çıkma kısıtlamaları, ulus devletlerin sınırları içine kapanmasıyla küresel sistemin küreselleşmeye fasıla vermesi, herkesin hapsedilmesiyle küreselleşmenin tadını çıkaran virüs, maskeler arkasında tüm çirkinliğiyle kapitalist nizamı kurtarma çabaları ve herkesin mecburi maske takmak zorunda kaldığı karantina günleri…
Siyasilerin ağızlarında gevelediği yeni düzen tartışmalarını kamuoyu ilgiyle takip ediyor. Bu tartışmaları akademisyenler nasıl okuyor diye merak ettim. Bu merakımı gidermek için üniversite hocalarının, stratejistlerin Dışişleri Bakanlığı’nın öncülüğünde hazırladığı ve bir kitap hâlinde sunulan kitabı okudum. “Covid-19 Sonrası Küresel Sistem: Eski Sorunlar, Yeni Trendler” adlı kitap, toplam 145 sayfadan oluşuyor ve içinde 26 makale var. Kitabın ilk sayfasında Dışişleri Bakanı’nın fiyakalı bir teşekkür takdimi var. Çavuşoğlu bu kitapta yazılan makalelere önem atfettiğini söyleyip teşekkür ediyor.
Şimdi gelelim bu kitabın içeriğine…
Tüm dünyayı etkileyen, menfaat üzerine kurulu kapitalist nizamın tahakküm ettiği devlet yönetimlerini hazırlıksız yakalayan Covid 19 pandemisinin sağlık, ekonomi ve toplumsal ilişkilere verdiği korkunç zayiat dillendiriliyor. Burada gözden kaçırılan mesele aslında dünyaya hükmeden kapitalizmin salgından önce zaten bir çöküşe geçtiğidir. Koronavirüs bu çöküşün perdelenmesi için günah keçisi ilan edildi. Artık devletlerin ağzında hep aynı söz: “Koronavirüs ekonomiye ciddi zarar verdi!”
Aslında batan ekonominin altında ezilen küresel sistemin savunucularının imdadına “koronavirüs hızır gibi yetişti” desek daha doğru olur. Şimdi döviz iki katına da çıksa, dünyanın yarısı açlıktan kırılırken bu oran daha da yükselse bahane hazır değil mi?
Gel gör ki zihinleri sömürü nizamının sınırları içinde gezinen hocalarımız tek sorumlu olarak koronavirüsü öne çıkarıyor. Çözümleri de esir edilmiş kısır zihinlerini ortaya koyuyor. Dikkat edince Dışişleri ve devletin yürüttüğü siyasetin de sunulan raporlara paralel işlediğini görüyorum.
Aşının gecikmesi veya tedavi imkânlarının yetersiz kalmasının, zaten kırılgan olan küresel ekonomide yaşanan krizi daha da büyüterek sistemik bir kaosa sürüklemesi onları ciddi şekilde endişelendirmiş. Bildikleri ve sundukları çözümler küresel sisteme bağımlı olduğu için tıkanıp kalmışlar. Anlayacağınız aralarından cesaretli bir adam çıkıp da çağları değiştiren Fatih’in topları gibi bir icad ya da gemileri karadan yürütme gibi radikal kararlar sunamıyor. Devlet de Batı’dan gelen batıl nizamata tutunmuş ve bu kısır döngü içinde akıl veren kısır beyinlerin sunduklarıyla harmanladığı siyaseti servis ediyor.
Akademisyenler ve büyük resmi görebilen derin hocalar önce devletler üstü kurumların işleyişini eleştiriyor; NATO, BM, AB’ye verip veriştiriyor, nasıl aciz kaldıklarından bahsediyor. Tam “işte bu! Hakikati buldular!” diyorsunuz, cümlenin sonu hayal kırıklığı…
Bu kurumlarda sistem değişikliği yapılması ve işleyişin değiştirilmesi çözümünü ortaya atıyorlar. Yok, sınırlar aşılamıyor, zihinler çizilmiş hudutları geçemiyor. Bu sömürgeci kurumların işleyişinin değişebileceğine ve “dünya beşten büyüktür” sloganına inanmışlar. Evet, dünya beşten büyük ama o cesur insanlar yok. 26 kişi arasında bu sömürü nizamının topyekûn kaldırılması gerektiğini ve yerine yegâne ilahi nizamın uygulanarak dünyanın selamete kavuşacağını savunan bir tane cesur adam yok içlerinde. Dünyanın kanını emen faiz sisteminin “bir dünya gerçeği(!)” olduğuna inanmışlar. Faizsiz bir ekonomiyi ya da Allah’ın rızasını kazanmak için savaşan bir orduyu hayal bile edemiyorlar. Varsa menfaat yoksa menfaat; kutsal menfaat… 13 asır kıtalara hükmeden bir medeniyetin varlığını yok sayan aklın ne ortaya koyabileceğini medyadan izliyorsunuz.
Küresel dayanışma ile bu krizin üstesinden gelinebileceği mesajları verip Batı’dan gelecek kredilere bel bağlamış akıllardan sürpriz beklemiyoruz elbette…
Batı’da salgın nasıl tasvir ediliyor?
BM için; II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan “en büyük kriz”… AB Komisyon Başkanı von der Leyen’e göre, “ikinci bir Marshall Planı’nı gerektirecek kadar büyük bir ekonomik felaket”… OPEC Genel Sekreteri için ise “görünmez bir canavar” olarak adlandırıyor. Bu tasvirden yola çıkan hocalarımız, kapitalizmin ayakta kalması için Batı’nın mutlaka kredi musluklarını açabileceği olasılığı üstüne kurmuş tüm stratejilerini.
“Korona öncesi-sonrası” tanımının “11 Eylül öncesi-sonrası” tanımının yerine oturmuş olduğu kabul edilmiş. Sürekli makalelerde bu tanımlama öne çıkıyor.
Mevcut vaka göz önüne alındığında süper güçlerin acziyeti ve felç olmuş durumu bir güç boşluğunu, siyasi boşluğu ortaya koyduğu halde.. dünyanın bir kurtuluş ve kurtarıcı aradığı apaçık görüldüğü halde.. oluşan bu durumu, 11 Eylül ile ABD’nin İslâm coğrafyasına başlattığı sömürgeci harekete benzetip saflarını şimdiden belirlemişler. 11 Eylül saldırıları sonrası NATO’nun peşinde koşan Türkiye’nin de yerini şimdiden belirlemişler. Öyle ya Fatih’in gemileri karadan yürütmesi zor ve riskli…
ABD, Rusya, Çin, AB karesinde gidip gelen bir çözümsüzlüğü yine çözüm diye sunuyorlar. Menfaat için hepsiyle iyi geçinilmesi gerektiği aşılanıyor. Ya mukaddesat, Müslümanların çektiği eziyet, katliamlar, kredilerle ümmetin sırtında büyüyen kambur? Bunlar reel politik içinde pek de önemsenmeyen teferruatlar, engin görüşlü hocalarımız ve yerli iktidar için. İki kınar, işimize bakarız!
11 Eylül saldırıları sonrası ABD’nin dış siyasetindeki değişimi okumaktan bile aciz kalan akademisyenler, komünizmin yıkılması ile ABD’nin ara verdiği İslâm ve İslâm ideolojisi ile savaşa geri döndüğünü göremiyorlar. Bu büyük değişimi kavrayamıyorlar ya da Türkiye’nin bu savaşta ABD’nin yanında yer almasını perdelemek için inkâr yolunu seçiyorlar. Bu minvalde uluslararası sistemde ve siyasette bir değişimin yaşanmayacağını düşünenler de mevcut. 1918 İspanyol gribi sonrası büyük bir değişimin yaşanmadığını söyleyenler de var.
ABD ile AB’nin ortaklığından bile söz eden var lakin İslâm coğrafyasının birleşmesinden ve eşsiz kaynaklara sahip topraklar üzerindeki Müslümanların tek bir devlet olarak birleşmesinden bahseden yok. Çünkü zihinler esir ve hayal bile kuramıyorlar. 1,5 milyarlık inanmış bir kitleyi ve petrolden, doğalgaza, altından, gümüşe kadar yeraltı zenginlikleriyle dolu Endonezya’dan Fas’a koskoca İslâm coğrafyasına ambargo uygulanamayacağını akıllarına bile getirmiyorlar. Onların aklında “Libya’da kimin yanında duralım?”, “Suriye’de nasıl devriye atalım?” soruları mevcut. Değil mi, ne kadar büyük sorunları var akademik aklın!
Kapitalizm ayakta kaldığı sürece devletlerin daha da otoriterleşeceği bir gerçek. Zira kapitalizmin kronik sorunları işsizlik, açlık ve felaket artarken halk ayaklanmaları öngörülüyor. Ama bu baharın önceki baharları benzemeyeceği ortada. Çökmüş bir ekonomi, adaletsizlik, haksızlık, sefalet artık parti isimlerinin, liderlerin değişmesiyle geçiştirilemiyor. Diktatörlerin yerine yeni diktatörlerin getirilmesi, sorunun çözülmediği, asıl sorunun mevcut bozuk nizam kapitalist demokrasi olduğu ayın on dördü gibi ortada.
ABD’nin kapsayıcı ve birinci devlet edasıyla yardım programlarına girişmesi uzak bir ihtimal olarak görülüyor. İçine kapanık ve duvarlar inşa eden “önce Amerika” fikri ağır basacak gibi gözüküyor. Kurt siyasetçi Kissinger’ın nizamı ayakta tutmak için öne sürdüğü nasihatlere kulak asılmadığı ortada. Bu durum da akademisyenleri endişelendiriyor.
Hepsi küresel dünya düzeninin pandemi karşısında acziyetini dile getirirken çözüm olarak da yine bozuk sistemin içinde daha fazla işbirliğinden bahsetmekteler. Oysa küresel müesses nizam kapitalizmin menfaat üzerine kurulduğunu ve gerçekte “dost ülke” diye bir kavramın mevcut uluslararası sistemde var olmadığını gözden kaçırıyorlar. Neden ABD, Avrupa’ya ya da Avrupa, Türkiye’ye yardımda bulunsun? Kaldı ki Avrupa bile kendi içinde böylesine ayrışmış ve kılıçları çekmişken.
Ya ulus devlet olarak sınırlar içinde kapalı ve sıkı kontrol altında tutulan bir sistem ya da uluslar üstü bir birlik ve dayanışma ile bu sıkıntının aşılabileceği öngörülüyor. Türkiye, yöneldiği siyasi hareketliliğe bakılırsa ikinci şıkkı şimdiden seçmiş görünüyor. İşte kısır çözüm senaryoları ile devlete verilen akla bir örnek. Akademisyenler esir zihin sınırları dışına çıkamıyor. Batı olmazsa kötürüm kalacaklarına öyle inanmışlar ki, Batı’sız cümle bile kuramıyorlar. Bir başarının sırrı önce iman sonra hayal etmektir. Tıpkı İstanbul’un fethi gibi…
Hele makaleler içinde birisi var ki akademik aklın sınırlarını, Batı’ya karşı hayranlığını özetliyor:
“Avrupa ve ABD’de milliyetçi akımlar güçlenip “liberal perspektifler” zayıflarken, Batı’nın yeni dünyaya ilham verecek bir vizyon ve felsefe yokluğunda ve kaht-ı rical ortamında insanlığa ilham kaynağı olacak siyasi-ekonomik projeler geliştirmesi zor gözükmektedir. Bugün Amerika’nın başında, ne 1914’te barışçıl bir vizyonla tüm dünyaya “14 ilke” yayınlayıp Miletler Cemiyetini kuran Wilson vardır; ne de İkinci Dünya Savaşı sırasında Transatlantik Bildirisi’ni hazırlatıp Rusya ve İngiltere ile işbirliği yaparak Birleşmiş Milletlerin temelini atan Roosevelt vardır. Aynı şekilde Avrupa da bugün Birleşik Avrupa’nın siyasi temellerini atan J. Monnet, W. Churchill, R. Schuman, A. Gasperi, K. Adenauer gibi vizyoner liderlikten mahrumdur. Dolayısıyla Kissinger gibi realist bir diplomat bile Batılılara çok taraflılığa geri dönüş çağrısı yapsa da, virüs salgını çok büyük dalgalar hâlinde insanlığı tahrip edecek devasa sonuçlar yaratmadığı sürece böyle bir ruhun Batı’da yeniden nüksetmesi kolay olmayacaktır.”
Bu paragraftaki acziyete, Batı’ya olan hayranlığa ve zihinlerin nasıl esir edildiğine bakın! Bu hocalar üniversitelerde öğrencilere siyaset öğretiyor. Varın, mezun olanların zihin sınırlarını siz düşünün.
Oysa bu övülen adamların kurduğu BM ve NATO, Müslümanların kanını içen azılı terör örgütleri değil mi? İşgal ettikleri topraklarda Müslümanların ırzına saldıran, topraklarını sömüren kuruluşlar değil mi? Hani, dünya beşten büyüktü?
Velhasılıkelam akademik akıl, Batı’nın gözüne çektiği mil ile körleşmiş. Körlerin göremediği yarın stratejisi ile hareket eden devlet de uluslararası dayanışma adına uçaklar dolusu maskeyi İslâm düşmanlarına gönderiyor. Aslında devlet buna çoktan karar vermiş de, yaptıklarını bilim adamlarının aklı ile temize çıkarıyor. Evet, yaptıklarınız bilimsel ve o inandığınız bilim nasıl da aciz kaldı, gözle görülemeyen bir virüse?
Ya uluslararası dayanışma planınız tutmazsa B planınız var mı?
Beklediğiniz krediler gelmezse bir çıkar yolunuz var mı?
Bizim var ve detayları ile hazır bir şekilde o kutlu günü bekliyor. Biz Batı’nın batan gemisinde değil, kurtuluşu Hakk’ın safında görenlerle Nuh’un gemisindeyiz.
Batı, batıla mahkum, batıl yok olmaya…