Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, 25 Temmuz’da AYM'nin yeni üyesi Selahaddin Menteş'in yemin töreninde bir konuşma yaptı. Konuşmasında “Bireysel başvurunun objektif amacı ve etkisi, hak ihlallerinin engellenmesine yönelik tedbirlerin alınmasını sağlamak, böylece hukuk düzeninin hak ihlali üretmeyecek bir forma kavuşturulmasını sağlamaktır.” dedi. Bu sözleriyle Zühtü Arslan, AYM’nin hukuk düzeninin bir nevi denetim mekanizması işlevi gördüğünü özetle ifade etmiş oluyor.
Konuşmasının devamında, yapılan ihlallerin kanun kaynaklı olduğunda yeniden yargılamanın bir faydası olmadığından bahseden Arslan, “Bu durumda yapılması gereken, ihlalin kaynağını kurutmak için o kanunun kaldırılması ya da ihlali önleyecek şekilde değiştirilmesidir. Mahkememiz bir süredir bu konuda kararlar vermekte ve kararların bir örneğini Meclisimize göndermektedir. Bir süredir Meclise de kuralla ilgili olarak bildirimde bulunmaya başladık” şeklinde konuştu.
Zühtü Arslan’ın bu sözleri teknik olarak AYM’nin iş yükünün hafifletilmesine yönelik olsa da içeriği bakımından önem arz ediyor. Evet gerçekten AYM’nin yeniden yargılamaya yönelik hak ihlali kararlarının hiçbir faydası yok. Çünkü Türkiye’de öyle bir hukuk düzeni var ki, AYM’nin genel kurul olarak aldığı Hizb-ut Tahrir yargılamalarına ilişkin Yılmaz Çelik hakkında verdiği emsal karar, dosya içeriği aynı olması hasebiyle tüm Hizb-ut Tahrir yargılamalarını kapsayıcı nitelikte olup fiilen de bu dosyaları kapsaması gerekirken, ilk derece mahkemeler Yılmaz Çelik kararında adeta “AYM Genel Kurulu’nun Yılmaz Çelik kararı, tüm Hizb-ut Tahrir yargılamalarını ve benzeri tüm ‘silahlı örgüt’ iddiasıyla hükme bağlanan dosyaları kapsayıcıdır” şeklinde hukuk fakültesinden mezun olmayı gerektirmeyecek bir cümle ile açıkça yer almasını bekliyorlar. Buradan yola çıkarak Zühtü Arslan ilk derece mahkemelerin bu tavrının AYM’nin iş yükünü artıran hak ihlallerine yol açtığını söylemiş oluyor.
İnanın hukuk düzeninde hakim olan mevcut bu zihniyet varken hangi kanunu çıkarırsanız çıkarın, fayda etmeyecektir. Gerçek bir hukukçu en başta delillerden yola çıkarak olayı anlamaya çalışır. Elinin altındaki yasalar doğrultusunda bir hükme varmak için ister istemez zihnî bir çaba sarfeder. Bu çabayı sarfederken de hakkaniyetli olmaya, zulmetmemek için hassas davranmaya çalışır. Ancak tabii bunu gerçek hukukçular yapar. İster AKP öncesi ulusalcı kanat ya da ister günümüzde iktidara yakınlaşıp devlete kapağı atmaktan başka derdi olmayan memur zihniyetli hukuk mezunları, elde edebildikleri konumlarını kaybetmemek için, bu zihnî çabayı hiçbir zaman yapmazlar. İsterler ki her şey hazır önünde olsun. Her şey açık açık kanunda yazsın.
Halbuki kanunlar, hukuk adamlarına vicdan, hakkaniyet ve gerçekten adaleti sağlaması adına hüküm inşa etme konusunda zihnî çaba sarfedilmesi için suça ilişkin tanımlamalar açık, anlaşılır, somut ve kanunilik ilkesi çerçevesinde belirli bir esneklik ve genellik göz önünde bulundurularak hazırlanır. Suçun tanımlaması açık olunca mesele sadece somut deliller üzerinden araştırılıp olayın gerçek yönünün tespitine çalışılır.
Bugün yargının bağımsız ve tarafsız olmadığını dillendiren laik Kemalist çevreler de samimi değiller. Neden mi? Eğer yargı tamamen Kemalistlerin kontrolünde olsun seslerini duymazsınız bile. Yargı ancak kendi ellerinde olursa bağımsız ve tarafsızdır. Laik Kemalistler ve Muhafazakar Demokratlar aralarında kamp savaşı yapadursun, olan bu mazlum halka olur. Nasıl mı? Eğer Ergenekon ve Balyoz’dan yargılandıysan senin için “FETÖ” kumpası vardır ve bunu kamuoyu yaparak iktidarı baskılarlar. Güç kaybetmiş olan iktidar da, bu çok sesli “Ulusalcı” koroya eşlik eder. Eğer İslâmi bir davadan yine “FETÖ”nün kumpasıyla haksızca yargılandıysan kimse senin sesini duymaz. İktidar zaten kendi bekası için kulağı üzerine yatmıştır çoktan.
Sözün özü; mesele zulüm doğuran kanunların değil, bu zulüm doğuran kanunların kaynağı zihniyetin değişmesidir. Ne kadar “yargı reformu” adı altında göz boyamaya başvurulursa başvurulsun, mevcut hukuk düzeni, Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Mustafa Kemal’in hakim görünümlü cellatları olan “Üç Ali”nin İstiklal Mahkemeleri’nden bir adım ayrılmayacaktır. İster ismi “İstiklal Mahkemesi” olsun, ister “Sıkıyönetim mahkemeleri”, ister “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”, ister evrile evrile adı “Ağır Ceza mahkemeleri” olsun, ister iktidar da AKP, ister ulusalcı Kemalist bir parti olsun sonuç değişmez; İslâmi bir hayat arzuluyorsan sana reva görülecek olan sadece ve sadece zulümdür!