Balyoz Darbe Planı Davası 21 Eylül günü sonuçlandı. 19 Haziran 2010' da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlanan ve aralarında kuvvet komutanları da dâhil olmak üzere birçok üst rütbeli subayın bulunduğu 365 sanıklı dava Türkiye standartları açısından değerlendirildiğinde rekor sayılabilecek bir sürede karara bağlandı. Kararın açıklanmasının ardından cezalandırılanlardan çok verilen cezaların ağırlığı dikkati çekti. Zira mahkeme 365 sanıktan 325’ini cezalandırmış, bunlardan; 3 sanığa önce müebbet sonra da ceza indirimiyle 20’şer yıl, 78 sanığa 18’er yıl, 214 sanığa 16’şar yıl, 28 sanığa 13 yıl 4’er ay ve bir sanığa da 6 yıl hapis cezası vermiştir. Ayrıca duruşma anında salonda bulunan ve hapis cezası alan tutuksuz sanıklardan 6’sının tutuklanmasına ve hakkında hüküm verilen 69 tutuksuz sanık hakkında da yakalama kararı çıkarılmasına karar verilmiştir. 36 sanık ise bu davadan beraat etmiştir. Şimdi ise sırada Yargıtay yani temyiz süreci vardır.
2007 yılında Ergenekon soruşturması ve ardında da dava süreci başladığında hiç kimse sürecin bu şekilde noktalanabileceğini ve statükocular açısından olayın buralara kadar varabileceğini düşünmemekteydi. Sonuç onlar açısından tam bir yıkım oldu. Yıllardan beri bu topluma adalet dağıttıklarını iddia edenler, şimdi kendi ürettikleri adaletin altında zulme uğradıklarını anlatmak için denemedikleri yol ve yöntem bırakmıyorlar. Her ortamda gerek kendileri, gerek yakınları veya vekilleri vasıtasıyla maruz kaldıkları bu zulmü bütün güçleriyle haykırmaya çalışıyorlar. Şimdi devir değişti ve güç, yıllardır ajanlığını yaptıkları İngiliz sömürüsünden Amerikan sömürüşüme doğru kaymaya başladı. Ulusalcı anlayış yavaş yavaş yerini liberal anlayışa bırakmaya başladı ve başlarına bu haller geldi. Kısacası İslami bir belde olan Türkiye’de bir zalimden diğerine doğru güç dengesi açısından bir değişim gerçekleşti. İşte bu küçük değişim bile onların yıkılmaz sandıkları kalelerini sarsmaya yetti. Onlar, kendi adalet mekanizmalarını teslim ettikleri adalet dağıtıcısı Themis’in elindeki terazinin balyoz olduğunu ve gözlerinin de aslında bağlı olmadığını asıl şimdi fark ettiler.
Cumhuriyet’le birlikte İslam’a ve O’nun değerlerine karşı açılan top yekûn savaş hayatın her alanında kendisini göstermiştir. Yönetimde benimsenen laiklik ve demokrasi gibi unsurlar, yargıda da Yunan mitolojisinin tanrıçalarının sembolize ettiği batı menşeili bir adalet sistemi olarak karşımıza çıkmıştır. Bilindiği gibi Themis, Yunan mitolojisinde adalet ve düzen tanrıçasıdır. İşte Allah Subhane hu ve Teâlâ’nın dinini bir kenara bırakanlar, kendilerine adaletin sembolü olarak bir tanrıçayı seçmişlerdir. Sonra da bunun adına çağdaşlık demişlerdir.
Balyoz davasının sonuçlanmasıyla birlikte Hükümetin statükoya karşı vermiş olduğu mücadelenin ciddiyeti de netleşmiştir. Sonuçta cezalar çok ağırdır ve bu davada bu denli ağır cezalar hükümet tarafında olan birçok kişi tarafından da beklenmemekteydi. Hatta başlangıçta pek çok kişinin değerlendirmesi, bu davaların sonuçlanmadan düşeceği şeklinde idi. Özellikle Ulusalcı kesim bu davalara yaklaşımında uydurma delillerden dem vurarak, davaların hukuksuzluğu üzerine kamuoyu oluşturmaya çalışmaktaydı. Ancak gelişmeler beklentilerin çok ötesinde oldu ve sanıklara çok ağır cezalar verildi. Ailelerin karar sonrası yaşamış oldukları şok da beklentilerin bu boyutta olmadığını teyit eder nitelikteydi.
Bu davalarla ilgili üzerinde en çok tartışılan husus, davaların hukuki mi yoksa siyasi mi olduğu meselesidir. Davanın mağdurlarına göre bu davalar tamamen siyasidir ve bu uygulamalarla kendi sahip oldukları değerler hükümet tarafından yok edilmek istenmektedir. Hükümete göre de hukukidir ve hükümete ve devlete yönelik davaların görülmesini gerektiren çok ciddi suçlar işlenmiştir.
Bu konudaki tartışmalar bu şekilde sürüp giderken dosan yıllık Türkiye tarihi bize şunu göstermiştir ki; Türkiye ‘de görülen siyasi içerikli davaların tamamı zaten siyaseten görülmek zorunda kalınan davalardır. Yani bu hususlardan rahatsız olan otorite sahiplerinin dürtüklemesiyle görülen davalardır. Sadece hukuk sistemi bu siyasi davalara zemin hazırlamaya son derece müsaittir. Gücü elde ettiğinizde istediğiniz şekilde yasa yapabilir istediğiniz hususlar için yargılama zeminleri oluşturabilirsiniz. Balyoz yargılamaları ve diğerleri de meydana gelen böle bir siyasi değişimin ürünü olduğuna göre bunların da siyasi olması kaçınılmazdır. Siyasi davalarda hukuka uygunluktan dem vurmak, aslında bu gerçeğin üstünü örtmekten ziyade bir savunma refleksidir. Sonuçta yasama organı hükümetin elindedir. HSYK gibi kurumlarda yapılan referandumla oluşturulan değişimin neticesinde de yargı ve atamaları ile ilgili inisiyatif de hükümetin eline geçmiştir. Dolayısıyla siyasi davalarda; davaların nasıl görüleceği ve kimlerin suçlanıp hüküm giyeceği konusundaki hususların bile çok önceden tespit edilmesi de son derece normaldir. Bu işin etiği ve ahlakı olduğunu düşünecek olsak bile, çekinilecek merci konusunda bir boşluk vardır. Yani böyle bir etik dışı uygulama karşısında kime karşı sorumlu olunacağı ve kime hesap verileceği konusu belirsizdir. Bu nedenle, eğer gücü elde etmişseniz meydan boştur ve her şey sizin elinizdedir.
Biz bu açıklamaları, haklı ve haksızı ayırma gibi bir gerekçe ile yapmıyoruz zira iki tarafın da gözümüzde bir değeri yoktur. Biz yıllardan beri özellikle Müslümanlara karşı son derece acımasız olan ve çağdaş hukuk diye insanlara yutturulmaya çalışılan bir mekanizmanın işlediği cürümleri anlatabilmek için vakıayı incelemeye çalışıyoruz. Sonuçta İslam’a karşı olan ve onun değerlerini ayaklar altına alan hiçbir siyasi oluşumun yanında yer almamız söz konusu değildir. İsminde “ak ya da aydınlık” kelimelerinin bulunması o partinin aydın bir fikrin ürünü olduğunu göstermez. Yöneticilerinin geçmişte sahip oldukları İslami kimlikleri de onların hüküm ve yönetim konusunda yapmış olduklarını meşru hale getirmez. Sonuçta onlar da diğerleri (statükocular) gibi İslami olan hiçbir şeye değer vermemekte, gayri İslami bütün hüküm ve değerlerle insanlara hükmetmeye devam etmektedirler. Liberal anlayışın ürünü oldukları halde, İslami hususlarda Müslüman halka karşı üst kademeleri imalarda, alt kademeleri de vaatlerde bulunarak toplumun teveccühüne nail olmaya çalışmaktadırlar. Askere ve derin yapıya yönelik bu hamlelerle de zaten yıllardan beri bu ikisinin uygulamalarından büyük sıkıntılar çekmiş olan bu halka şirin gözükmeye gayret etmektedirler.
Böyle bir Türkiye vakıasında gündemi meşgul eden bu son Balyoz Darbe Planı davası kararları bazı hususların hatırlanması adına da bir başka öneme sahiptir. Sonuçta; bu hukuk sisteminin vermiş olduğu kararlar ve onun yapısı gereği kolayca siyasallaşabilmesi, bu güne kadar verdiği kararlarla binlerce insanın hayatını karartması anlamına da gelmektedir. Cumhuriyet kurulur kurulmaz, İstiklal Mahkemeleri (1920-1927) harekete geçerek binlerce Müslümanı vermiş oldukları ve siyasi olarak bile değerlendirilemeyecek iğrenç kararlarla idam sehpasına göndermişlerdir. Bu durum bu mahkemelerin son bulmasıyla da devam etmiştir. Sistem kendisine karşı olan bütün fikir, görüş ve eylemleri o zamandan beri büyük bir maharetle terör kapsamına sokabilmiştir. Bunda da bu hukuk sisteminin rolü büyüktür. Çünkü bu hukuk sisteminin uygulanmasında verilen kararlar açısından keskin sınırlar yoktur. Dolayısıyla birçok karar, içtihat olarak nitelendirdikleri kendi bakış açılarından kaynaklanan yorumlara dayanmaktadır. Ayrıca hiçbir siyasi davada alınan önemli ve büyük kararların hâkimin veya mahkeme yetkisinin dâhilinde alınmadığı da aşikârdır. Meşhur Yassıada davalarının Hâkimi olan Salim Başol’un 27 Mayıs sanıklarının tutukluluklarına itiraz etmeleri üzerine, sanıklara söylemiş olduğu; “sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” ifadesi aslında bu hukuk sisteminin tüm zamanların siyasi davalarındaki işleyiş biçimini de güzel bir şekilde ortaya koymuştur.
Bu davalarda dikkati çeken bir başka önemli husus ta davaların “kamu/Türk Milleti” adına görülen davalar olmasıdır. Yani bu davaların bir tarafında örgütler veya yapılanmalar varsa şikâyetçi olan tarafta da Türk Milleti ya da kamu vardır. Davalar bu şekilde açılır ve cezalandırmalar da Türk Milleti adına yapılır. İşin en tuhaf yanı ise; Türk Milleti ya da Türkiye Halkı gibi Müslüman olan bir halka yıllarca İslam’ı bir terör olarak gösteren ve yine İslami bütün girişimleri Türk Milleti adına terör yaftası yapıştırarak yargılayan hukuk sisteminin icraatlarıdır. Terör, Türkiye Cumhuriyeti yasalarındaki 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda açık bir şekilde tanımlamıştır. “Terör; baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir.”
Tanım bu kadar açık ve net iken ve bir terör eyleminde cebir ve şiddet asıl unsur olarak kabul edilmişken, sistem sırf kendi bekası tehlikeye girdiği için hak davayı dava edinen Müslümanlara terörist muamelesi yapmaktadır. Bu nedenle İslam davasını yüklenmeye çalışan Müslümanların, bu gün hala bu amellerine karşılık çok uzun yıllar içeren hapis cezalarına maruz kalması, bu hukuk sisteminin balyozunun Müslümanların üzerine inmesinin son örneğidir.
Ayrıca bu uzun yıllardan ibaret olan cezalar kamu adına verilmekte ve cezalar kamu böyle istediği için çekilmektedir. Demokratik sistemlerin şişleyişi ve yapısı incelendiğinde bu ifade bir anlamda doğrudur. Çünkü sisteme verilen her oy, sisteme ve işleyişine destek vermek anlamına gelmektedir. Verilen bu oylar Onu kabul etmek ve meşru olarak görmek demektir. Sistemi ayakta tutan ve meşruluğunun göstergesi olan bu oy verme ameli, aslında halkın sistem içerisinde söz sahibi olarak gösterildiği tek husustur. Bunun dışında halk, bu yönetimlerin hiçbir noktasında varlık olarak da değer olarak da yoktur. Ancak verilen bu destek ve bu işleyiş her alanda milleti yetkiliymiş gibi göstermeleri için yeterlidir. Bu aynı şekilde yargıya da yansımaktadır.
Peki, bu devlet bir Müslümanı yani Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın dinini hayata hâkim kılmak için çalışan bir davetçiyi kamu adına terörle yargılarken, acaba hangi dönem halkla İslam arasında engel olarak oluşturduğu hususları ortadan kaldırmış ta milletin böyle bir talebi olduğu doğrultusunda hüküm verebilmiştir? Varlığı üzerindeki en büyük tehdit bizzat bu halkın kendisi değilse o zaman neden İslam’ı fikri ve siyasi olarak taşıyan Müslümanlara engel olmaya çalışmakta ve onları terörist olarak değerlendirmektedir? Eğer kendi varlığından ve meşruiyetinden eminse neden kendi yasalarında olduğu halde, İslam’a fikri ve siyasi olarak davet eden insanlara karşı sinsice planlar uygulamak yerine onların toplumda rahatça hareket etmelerine izin vermemektedir? Türk Milleti adına karar vermeden önce, bu konuda sistem tarafından cevaplandırılması ve çözülmesi gereken yüzlerce soru ve sorun mevcuttur
Balyoz Davası yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi siyasi bir davadır. Sonuç olarak bu davanın açılmasında ve verilen cezaların ağırlığında da siyasi açıdan hedeflenen sonuçlar ve verilmek istenen mesajlar vardır. Bu sonuçlara hükümet tarafından bakmadan önce Ulusalcıların yaptığı değerlendirmeler açısından baktığımızda, onların bu davaya bakışlarını ve verilen mesaja yönelik tepkilerini kolayca anlayabiliyoruz.
Mesela Balyoz Davası’nın bir numaralı sanığı olan emekli Org. Çetin Doğan’ın eşi Nilgün Doğan “Biz asker eşleri olarak yıkılmadık bu kararla. Böyle bir komik karar özel yetkili mahkemelere yakışırdı. Bizi mahcup etmediler. Ama unutmasınlar hukuk herkese lazım. Yarın bütün dengeler değişir, erkler değişir, başka yerlere gelirsek ne olacak onu düşünsünler” şeklinde tehditkâr bir açıklama yaparken, avukatı Celal Ülgen ise; “Günlerdir televizyonlara çıkarak mahkûmiyet kararı vereceklerini söylüyorduk. Bu nedenle ortada bağımsız bir mahkeme yoktur, bağımsız bir yargı yoktur. Tam tersine siyasi iktidarın arka bahçesi olan bir yargı vardır ve birkaç arkadaşla yaptığımız bir televizyon programında siyasi iktidardan yana olan bu arkadaşlarımız bize AKP’nin 2010 yılında muktedir olduğunu söylediler. Ve 2010 yılında muktedir olmasıyla bu davaların başlaması eşit zamana rastlamaktadır. Bu nedenle tekrar söylüyorum, Türk yargı tarihinde kara bir gün, kara bir leke olarak anılacaktır ve böyle kararla meslek hayatım içinde karşılaştığım için de çok üzgünüm, hukuk adına üzgünüm ve ne yapılacağını, nasıl bu işin altından kalkılacağını bilemiyorum” ifadelerini kullanmıştır*.* Bu açıklamaların en ilginci ise 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından yapılmıştır Demirel; “Köprülerin altından daha çok su akar, dünyanın sonu değil” şeklinde bir dikkat çekici bir açıklama yapmıştır.
Balyoz Davası sanıklarının savunmalarındaki tepkiler ile avukatlarının, yakınlarının ve Ulusalcı yazar ve akademisyenlerin tümünün tepkileri bu doğrultudadır. Dolayısıyla kendilerinden hesap sorulduğunun ve bir devrin intikamının alındığının farkındadırlar. O yüzden yapılan her açıklamada üstü kapalı da olsa bir tehdit unsuru bulunmaktadır. Tabii Türkiye bütün dengelerin ve erklerin çok kolay bir şekilde değişebildiği bir ülkedir. Çünkü Türkiye de yönetim ile egemen olan güç aynı türden değildir. Türkiye bir sömürü ülkesidir ve kendisi üzerinde egemen olan sömürgeci kâfirin rotasına girmek zorundadır. Dengeler de erkler de rotasına girmiş olduğu sömürgeci devletin istediği doğrultuda değişecektir. Onun için yıllar önce 27 Mayıs 1960 darbesiyle Demokrat Parti ve taraftarlarına yapılanlar neyse, bugün yapılan Balyoz ve diğerleri de onun karşılığı ve bir anlamda intikamıdır. Bu iki olay güç dengelerinin ve erklerin nasıl değişebildiğinin en bariz örneğidir. Bu değişimin sonucunda daha 15 yıl önce 28 Şubat süreci bin yıl sürecek diye haykıranlar, bu gün çok ağır cezalarla karşı karşıya kalmışlardır.
Değişen bu güç ve dengelerin İslam’a ve Müslümanlara yönelik taarruzlarına gelince; Bunun için erklerin veya güç dengelerinin değişmesinin bir önemi yoktur. Türkiye hangi sömürgeci kâfirin eksenine girerse girsin İslam her zaman bir numaralı düşman ve öncelikli hedeftir. Çünkü Ergenekon ve benzeri davalar ve ya darbeler ve sonrası tarafların bir tanesinin bekasına yöneliktir. İslam’ın varlığı ise her ikisinin sonu anlamına gelmektedir. İşte bunun için ortak düşman ve öncelikli hedef, gerek İngiliz destekli Ulusalcılar için ve gerekse Amerika destekli AKP ve yandaşları için olsun, her zaman İslam’dır.
Son gelişmeleri siyasi olarak değerlendirecek olursak; öncelikle Balyoz Darbe Planı Davası 2007 yılında Ergenekon adı ile başlayan davaların en sonuncusu ve en karmaşık olanıdır. Buna rağmen ilk önce sonuçlandırılmıştır. Çünkü bu dava, birçok üst düzey emekli ve muvazzaf subayların içerisinde bulunduğu askerlere yönelik bir soruşturmadır. Çünkü bu doğrudan İngiliz siyasetinin halen Türkiye’deki kalesi konumunda olan orduya yönelik hükümet ve yandaşları tarafından haddini bildirme operasyonudur. Bu nedenle hükümet öncelikli olarak; PKK saldırıları, anayasa konusundaki kördüğüm ve Suriye siyaseti ile ilgili oluşan sıkıntılar gibi hususlar üzerinden kendisine sorun oluşturan Ulusalcılara mesaj vermek istemiştir. Ayrıca ordu, bugün demokratik sistemlerde olması gereken yerde gibi gözüküyor olsa da şu anda Ulusalcı kesimin en güçlü yönüdür ve yıllardan beri olduğu gibi hala PKK üzerinde etkilidir. Dolayısıyla daha önce de alenen ortaya çıktığı gibi gerek istihbarat açısından, gerekse saldırılara müdahale açısından PKK ile ilgili sürece vurmuş olduğu darbeler de ortadadır. Ordu, son dönemlerde bu olayların artması ile de doğrudan alakalıdır ve olayların önünün kesilmesi adına kendisine hükümetten bu şekilde ciddi bir mesaj gelmiştir.
Bu davalar yalnızca Balyoz Davası ile sınırlı değildir. Sırada Ergenekon davaları vardır ve bu davalar da Ulusalcıların safında olan birçok üst düzey şahıs yargılanmaktadır. Verilen bu kararlarla onlara da akıbetleri gösterilmiş ve böylece Ulusalcılara yukarıda saydığımız ve hükümeti sıkıntıya sokan hususlarda bir ”hizaya gel” çağrısı yapılmıştır. Bu davanın sonuçları açısından göze çarpan ilk hususlar bunlardır. Sırada Yargıtay süreci olduğuna göre, Yargıtay sürecini de bu gelişmeler şekillendirecektir.
Ulusalcıların dediği gibi, gün olur güçler değişir, dengeler değişir ve o zaman her şey farklı olur. Evet, aynen dedikleri gibi olmuş, gün gelmiş dengeler ve erkler değişmiştir. Onlar, bir zamanlar kendi uydurdukları hukuk düzeni ile tanrıça Themis’in elindeki teraziyi adalet olarak gösterirlerken, aslında terazinin yerine koydukları balyozla bu ümmete kan kusturmuşlar ve Müslümanları bütün güçleri ile ezmeye çalışmışlardır. Sonra Allah Subhanehu ve Teâlâ onlara bir başka fasık gurubu musallat ederek balyozu kendilerine çevirmiştir. Ancak onlar bu uydurdukları şeyin adalet olmadığını kendilerine dönünce fark etmişlerdir. İbret almak isteyenlere…