Teoride medya, sadece iktidarı değil siyaseti denetleyen üçüncü bir kuvvet olarak kabul edilir. Böyle bir misyonu yerine getirebilmek için elbette objektif olmak, araştırmacı olmak, halkın içinde ve yanında olmak gereklidir.
Türkiye’nin gazetecilik tarihine baktığımızda bu teoriden epey uzak bir pratikle karşı karşıya kalıyoruz. Biraz geçmişe gidelim ve Türkiye gazeteciliğinin nasıl doğduğuna bakalım. Devrimler baş döndürücü bir hızla yürürlüğe girerken muhalifler -Mahmut Esat Bozkurt’un ifadesiyle-; demirle, ateşle yok edilmekteydi.
Hilâfet’in ilgasından hemen sonra “Hıyaneti Vataniye kanunu” değiştirilerek Büyük Millet Meclisi’nin aldığı kararlara itiraz etmek, eleştirmek “vatan hainliği” sayıldı. Ardından Takrir-i Sükun, “Susturma kararı” ilan edildi.
Böylece Türkiye’de “muhalefet diye bir şey kalmadı. Batı’yı ilahlaştıran anlayışın taklit edemediği tek şey muhalefetti. Her şey “Tek Adam”ı övmek ve göklere çıkarmak üzerine bina edildi. Gazeteci olabilmenin tek şartı, Gazi’ye dalkavukluk yapacak en güzel kelimeleri bulmak ve en güzel cümleleri kurmaktı. Bunu yapanlar “gazeteci” oldu.
Tek adamdan sonra gazetecilerin işleri daha bi zorlaştı. Hem tek adımı övmeye devam edecekler hem de yeni “Milli Şef”lerini öveceklerdi. Muhalefetin olmadığı bu yıllar, Türkiye gazeteciliğinin temellerinin atıldığı, şekillendiği, kimlik kazandığı yıllardı. Muhalefet partilerinin olmadığı, iktidarın uygulamalarının eleştirilmesinin yasak olduğu bu dönemde, “dalkavuk gazetecilik” kültürü doğdu.
1950 yılında Türkiye muhalefetle tanıştı. Demokrat Parti’nin iktidar yılları, Türkiye’deki gazeteciliğin ikilem yaşadığı yıllardı. O zamana kadar Milli Şef’i övme yarışına girenler ne yapacaklardı? Menderes mi, İnönü mü?
Dalkavukluğu alışkanlık haline getiren gazeteciler hiçbir şey olmamış gibi iktidarda kim varsa övmeye devam etti. Kimi gazeteciler de eski alışkanlıklarını devam ettirerek “Gazi-Milli Şef-Laiklik” çizgisinden sapmadı. Zira bu durumun geçici olduğuna inanıyorlardı.
Böylece Türkiye gazeteciliği ilk defa ikiye bölünmüş oldu. Muhalefetli yıllar ilerledikçe saflar da netleşti. Artık karşımızda Kemalizm’i kendine din edinmiş “laik gazeteciler”, bunun karşısında laiklikle pek de derdi olmayan “muhafazakâr gazeteciler” ve dalkavukluk kültürü iliklerine kadar işlemiş her devrin adamı olan “dalkavuk gazeteciler” vardı.
Saflar ayrışmış olsa da o teorideki ideal; “objektif ve araştırmacı gazetecilik” hiçbir zaman yakalanamamıştır. Dolayısıyla aslında ortada “gazetecilik” diye bir şey de yoktur. İktidarın siyasetini, uygulamalarını haklı göstermeye çalışanlar ile iktidara muhalefet edenler vardır. Ancak her iki kesim de ne objektiftir ne de araştırmacı! Haberleri, gelişmeleri kendi ana çizgisi içinde bir yere oturtarak verirler. Haberin doğru ya da yanlış olması, onlar için bir anlam ifade etmez.
Abdulkadir Selvi, dalkavukluk kültürü ağır basan gazetecilerdendir. Güç neredeyse kalemi o tarafa doğru kayar. F. Gülen grubu bürokraside ve medyada etkin olduğu dönemlerde Gülen’e dalkavukluk yaparken şimdilerde onu “terörist” ilan etmektedir.
Son birkaç yazısında son dönemlerdeki gelişmeleri birbirine bağlayarak bir kurgu oluşturma gayreti içine girdiğini görüyoruz. Bu kurguya göre; tüm gelişmeler, “iktidarı sıkıştırmak, Türkiye’yi germek için hazırlanmış bir plan”ın parçası. Bu haliyle bu makalelerin, sipariş yazılar olduğu her halinden belli.
Selvi, bu sipariş gelen yazılarında ortaya attığı kurguda, Hizb-ut Tahrir’e de yer vermeyi ihmal etmemiş. -hiçbir bağlantı ve alaka olmamasına ve üstelik Hizb-ut Tahrir'in Selvi'yi bu konuda bilgilendirmiş olmasına rağmen- Anıtkabir’de bağırıp çağıran adamı ısrarla Hizb-ut Tahrir ile irtibatlandırarak “Bakın, Hizb-ut Tahrir de devreye girdi!” demiş.
Benzer bir yaklaşım da Kelime-i Tevhid tartışmalarında laik Kemalist kesimden gelmişti. Bu kesim, Hizb-ut Tahrir’in 17 Aralık’ta düzenlediği bir gösteriyi, 1 Ocak’taki AK Parti desteğiyle gerçekleşen gösteriyle birleştirmiş, Kelime-i Tevhid bayraklarının AK Parti desteğiyle düzenlenmiş gösteride açıldığını iddia etmişti.
İşte böyledir Türkiye gazeteciliği, medyacılığı. Kamu adına bir denetçi olması gerekirken kamuoyunu manipüle etmeye odaklıdır. Bunun için para alırlar, maaşları bunun için dolgun olur. Üstelik en kolay gazetecilik türüdür. Araştırmaya filan ihtiyaçları yoktur. Haber peşinde koşmazlar. Gerçekler onları ilgilendirmez! Oturduğu yerden sallarlar, maaşlarını alırlar!
İnsan olmanın, insan kalabilmenin zor olduğu bir dönemde yaşıyoruz. İnsanlık kriterlerinin minimum seviyeye indiği Türkiye’de erdemli gazeteci bulmak elbette zor olacaktır. Ancak biz yine umudumuzu muhafaza ederek nasihat etmeye devam etmeliyiz. Zira din, nasihattir!
Sayın Selvi, geleceği hiç düşünmeden, yazdıklarınızın bir gün karşınıza çıkartılacağını hesaba katmadan size verilen koltuğun gereği olarak dilediğiniz gibi yazıp çiziyorsunuz. Kimse sizden hesap sormuyor. İktidar sizin yanınızda. Onun nimetleriyle televizyonlara çıkıyorsunuz. Köşe yazarlığı yapıyorsunuz. Ancak bu hayatın bir gün sona ereceğini de lütfen düşünün. O gün söylediklerinizden ve yazdıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Her bir kelime için tek tek hesap sorulacak! Elleriniz, dalkavukluk yaptığınıza şahitlik edecek! Diliniz, söylediğiniz yalanları bir bir ortaya koyacak! O gün pişman olacaksınız! “Keşke!” diyeceksiniz! Ancak pişmanlığınız fayda etmeyecek!
O halde hakkın yanında olamıyorsanız bile bari karşısında olmayın; objektif olun! Araştırmacı olun! Doğruları ortaya koyun! Umulur ki Allah’ın engin rahmetinden nasiplenirsiniz!