Allah’ın Arzı Gurbet, Mülteciyim Ben
Kimsenin yurdu değil, gurbettir bize cihan
Bir meydan savaşıdır, samimiyet imtihan
Ya Hakk’ı razı et nefsini yere serip
Ya nefsine köle ol şeytanlara eğilip
Bir salıncak işte saltanatında sallan
Zamanı gelince kalkar zalimler de tahtından
Bugün bu duygular içindeyim.
Üzülerek söylüyorum ki, son günlerde Ankara’da yaşanan olaylardan dolayı utanç duyuyorum. Oysa kimseye kalmayacak bu dünyada hepimiz bir misafir, hepimiz bir sığınmacıydık. Sahibi belliydi, arza gönderiliş sebebimiz belliydi, gideceğimiz yer de belliydi.
Ne zalime kalacak ne mazluma, ne ağaca kalacak ne de kuşa. Ne hayvana kalacak ne de hayvandan aşağı -Kur’an-ı Kerim’in tabiriyle- ‘Esfele Safilin’ (Aşağıların aşağısı) olanlara…
Bu tabiri ilk duyduğumda çok ilgimi çekmişti. Ne demek “aşağıların aşağısı”? Oysa insan yaratılanların en şereflisi değil miydi? İnsan aklı sayesinde doğru yolu bulup içgüdülerini Allah’ın sınırları içinde tatmin ettiği sürece elbette yaratılanların en şereflisidir. Amma fıtrat gereği aklı, iradesi olmayan hayvanlar gibi sınır tanımadan içgüdülerini doyurursa hayvandan daha aşağı bir konuma düşüyor. Yani aşağıların aşağısı…
Örneğin, maymunlar birlikte yaşar ve aralarına başka bir tür almazlar. Belli mekanları vardır. Tünedikleri ağaçlar kutsaldır. Orayı kimseye kaptırmak istemezler hatta başka bir maymun ırkı kutsal ağaçlarına ve mekanlarına girerse onlarla ölümüne savaşırlar.
İnceleyebileceğimiz bize en yakın, herkesin gözü önünde olan hayvanlara bakalım. Mesela, köpekler…
Sokak köpekleri şehirleri mahalle mahalle bölüşmüşlerdir. Her direğe, duvara, ağaca idrarlarını bırakırlar. “Burası benim sınırlarım sakın girme!” mesajıdır bu yaptıkları. Gece olunca çöpler insanlar tarafından sokağa bırakılır. Gruplar kendi bölgelerindeki çöplerden seçtiklerini yer. Önce en iri ve boynu kalın olanlar yer ve sonra çelimsizler kalanlarla beslenir. Kedileri yaklaştırmazlar. Başka bir grup köpek o yöne doğru gelmek için yeltenirse kıyamet kopar. Havlaya havlaya tüm mahalleyi uykusuz bırakırlar. Sonra ne olur biliyor musunuz? Sonra çöpçüler gelir ve o hepsine yetecek kadar olan ve bir türlü paylaşamadıkları çöpleri toplar. Ortada yiyecek bir şey kalmayınca yine sınır kavgasına tutuşmaya devam ederler. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi?
Düşük, ilkel bir fikirdir milliyetçilik, ırkçılık, vatancılık. Bunlar çürük bağlardır ve asla insanları bir arada tutmaz. Aksine böler, kategorize eder, parçalar ve savaştırır. Bir üstünlük savaşı sürüp gider. Kimi “benim köyüm daha iyi”, kimi “benim şehrim daha üstün”, kimi “benim ırkım daha şerefli”, hatta “benim aşiretim daha üstün” diye anlamsız bir kavgaya tutuşur. Bu bozuk fikirler, nizamını ithal ettiğimiz sömürgeci Batı’nın icadıdır.
Halbuki bizi biz yapan akidemizdir. Bizi Arap’ıyla, Türk’üyle, Kürt’üyle, Uygur’uyla birbirimize bağlayan sahih bağ akidemizdir. İslâm akidesi, Müminlerin kardeş olduğunu ve birbirine zulmetmemesini emreder.
Yaklaşık yüz yıldır akidemizden ve ondan çıkan yegâne ilahi nizamdan uzağız. Bizi birbirimize 13 asır boyunca bağlayan, ensar ve muhacir kardeşliğini emreden sağlam bağın İslâm akidesi olduğunu kavrayan sömürgeci kafirler, “milliyetçilik” denen fitneyi uykusundan uyandırdılar. Ümmeti, 13 asır geriye ilkel cahiliye âdetlerine geri döndürdüler. Asıl gericilik, asıl irtica buydu! “Mekke Mekkelilerin”, “Türkiye Türklerin”, “Arap toprakları Araplarındır” dediler. Milliyetçilik, Batı için eşi bulunmaz bir fitneydi. Artık Çanakkale’nin kapıları onlara sonuna kadar açıldı. Artık Filistinli, Konyalı, Şamlı, Vanlı, Halepli, Kabilli omuz omuza savaşıp Hilâfet için, İslâm nizamını tatbik eden, adaletle hükmeden İslâm Devleti’nin bekası için savaşmayacaktı. Ne için savaşacaktı? Irkı için, Batılıların çizdiği sınırlar ve ümmet-i Muhammed’i temsil eden Tevhid sancağına isyanı simgeleyen ellerine tutturulmuş bayraklar için savaşacaklardı. Düştükçe düştük, parçalandıkça parçalandık. Ölmedik ama bir asır önce ümmet-i Muhammed’e ait olan topraklarda “mülteci”, “sığınmacı” diye adlandırıldık. Gizli gizli Britanya, Fransa ve Rusya öyle sınırlar çekti ki Sycos-Picot adında, köyleri bile ikiye böldüler. Köyün yarısı Suriye’de yarısı da Türkiye’de kaldı. Akrabalar, kardeşler birbirinden ayrıldı. Bayramdan bayrama mayın ve tel örgülerle döşeli sınırları açtılar.
“Düştük” dedim ya hem de ne düşmek. Kendi topraklarımızda işbirlikçi yöneticilerin zulmü altında mazlumlara dönüştük. “Allah Allah!” diyerek kurtarılan topraklarda türedi tipler, Batı’ya öykünen kimliksizler iman edenleri kovma cüretinde bulundu. “Başörtülüler yallah Arabistan’a, çölüne dön” diyen bir avuç İslâm düşmanı cesaretlendi. Tıpkı etrafı İslâm beldeleri ile çevrili bir avuç Yahudi’nin Müslümanları topraklarından kovma cüretini gösterdiği gibi…
Kınayanlar, izleyip sadece laf üreten yöneticiler olduğu sürece, hükmeden İslâm değil, batıl olduğu sürece bu acıklı ahvalimiz sürecek. Kapitalist nizam var olduğu sürece sınırlar arasında sürüleceğiz. Dün Irak, Bugün Suriye, Myanmar, Doğu Türkistan, Kırım, yarın kim bilir hangi belde…
Muhalefet partileri Suriyeli, Afganistanlı, Pakistanlı, Iraklı sığınmacıları diline dolamış ve güçlü bir seçim propagandası hâline dönüştürmüş durumda. Nasıl dönüştürmesin? Karşısında harcamadığı hâlde “Suriyeli muhacirlere 50 milyar dolar harcadım” diyen, Avrupa’dan eurolar gelmeyince “sınırları açarım, göçmenleri gönderirim” diyerek şantaj malzemesi olarak kullanan menfaatperest bir iktidar var. Kapitalizmin temel fikri de menfaatçilik değil mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan Belediye Başkanı iken “kapitalist laik demokratik nizam içinde bu İslâmi hedefleri nasıl gerçekleştireceksiniz?” dediklerinde, “hamama giren terler” demişti. Hamam aynı hamam ama öyle bi uyum sağladılar ki, artık terlemiyorlar bile! Belki de aynı tas aynı hamamdı…
Muhalefet, iktidarın kendi beceriksizliği ile ekonomiyi düşürdüğü durumu mülteci düşmanlığıyla pişirip pişirip servis ediyor. Sürekli mülteci düşmanlığını kaşıyor. “Bakın, mültecilere harcıyorlar paraları”, “ülkenizi işgal ediyorlar”, “siz mülteci oldunuz”, “onlara geniş haklar tanıyorlar” yalanları ile toplumu kin ve nefrete sürüklüyorlar. Nasıl vahşi bir hayvan dişlediği eti sımsıkı tutup bir sağa bir sola sallayıp koparmak için kafasını sallıyorsa, muhalefet de mülteci düşmanlığına sarılmış durumda. İktidar da propagandalarında milliyetçiliği öne çıkarıyor ve muhalefetin saldırılarını savuşturmaya çalışıyor. Hepsi bir oy için…
Oysa perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Birkaç gün önce, Ankara Altındağ’da yaşanan kavga sonrası kanlarına işlemiş İslâm düşmanlığının verdiği nefretle ırkçı, Kemalist muhalefet, medya sinir uçlarına dokunmaya başlamıştı. Sosyal medyada sahte hesaplar henüz (Allah rahmet eylesin) Emirhan vefat etmeden önce öldüğünü servis ediyorlar ve tüm Suriyelileri hedef gösteriyorlardı. Geniş önlemler alınmadı ve provokatörler halkı galeyana getirdi. Hükümet gelecek milliyetçi oyları hesaba kattı ve sessiz kaldı. Daha “önemli” işleri de vardı. O utanç gecesinde ABD’nin ihale ettiği Kabil Havalimanı için görüşmeler yapılıyordu. İran sınırındaki duvarın sığınmacıları nasıl durduracağı anlatılıp, ilkel milliyetçi duygular okşanıyordu. Evler, dükkanlar, otomobiller taşlandı, yağmalandı. Hatta muhacirlere yardımda bulunan bir Türkiye vatandaşının evi de yağmalanan yerlerin içindeydi.
Şeytan yine yoklukla, açlıkla korkuttu, kokuşmuş cahiliye âdeti milliyetçiliği kaşıdı. Bir Suriyeli esnafın dükkanından binlerce liralık elektronik eşya o gece, utanç gecesinde çalınmıştı. Dükkân açmıştı, Türkçe öğrenmişti, ailesinin nafakasını kazanıyor, vergi ödüyordu ve bir Türk’le ortaktı. Bir katilin suçu yüzünden o da sorumlu tutulmuş olması ne ile açıklanabilir? Bu bir zulümdür, ırkçılıktır, vahşiliktir!
Bilmem hatırlar mısınız? Benim hâlâ aklımda küçücük çocuğu kucağında çekilmiş resmi Emani’nin…
Rusya’nın havadan, İran ve Esed rejiminin karadan sürdürdüğü katliamlardan kurtulmak için Suriye İdlib’den gelip, Sakarya’ya sığınmıştı. Yuvası bozulup tarumar edilmiş garip bir kuş gibi…
9 aylık hamileydi ve küçük oğlu ile birlikte kocası işteyken yerli ve milli iki vahşi tarafından ormana kaçırılıp tecavüz edildi. Kafası taşla ezildi, kucağındaki çocuğu ve karnında henüz bu vahşi dünyayla tanışmamış bebeği ile birlikte katledildi. Emani’nin kocası, Ramazan ayında, eşi engelli olan katillerden birinin evine iftarlık bile götürmüştü.
Ama kocası “Bu yapanın vahşetidir. Zaten o iki kişi Türkiye demek değil. Türkler kardeşimdir” demiş, bir cenaze aracında, kucağında körpe yavrusunun kanlar içindeki cesediyle İdlib’e geri dönmüştü.
Evet, o iki katil Türkiye değil, Emirhan’ı katledenler de Suriye değil. Suç şahsidir ve bir ırka, topluluğa mal edilemez. Öyle olsaydı, Türk milleti içinden çıkan sapıklar, katiller sayesinde sabıkalı kabul edilir ve seyahat etmek istediğimizde sınır kapılarından geri çevrilirdik.
Emirhan ile Emani kardeş! Onların iman ettiği İslâm’a düşman, halkı yalanlarla galeyana getirip perde arkasından el ovuşturan kimliksizler! Siz bizden değilsiniz!
Peki mazlumları siyasi menfaatleri için kullanan iktidar ve muhalefet siz kimsiniz?