İnsan, içinde yaşadığı hayatı anlamlandırırken bu doğru, şu yanlış; bu iyi, şu kötü; bu güzel, şu çirkin gibi yargılarda bulunur. Elbette bu yargıya ulaşması için kendisine bir elin dokunması ve ona yol göstermesi kaçınılmazdır. Zira insanın fiilleri maddedir ve bir madde, özü itibariyle “iyi” ya da “kötü” olarak vasıflandırılamaz. Harici bir unsurun o maddenin “iyi” ya da “kötü” olduğuna karar vermesi kaçınılmazdır. Bu harici unsur ya akıldır ya da yaratıcı yani Allah’tır.
Batı dünyası, fiillerin iyi ya da kötü olduğuna aklın karar verebileceği iddiasıyla Kiliseye karşı başlattığı mücadelede zafer kazandığında, aklın hakimiyetini de ilan etmiş oldu. Peşi sıra gelen sanayi ve teknolojik yenilikler ile ekonomilerini de düzelttiklerinde gözlerin ve zihinlerin kendisinde yöneldiği “kalkınma abidesi” haline geldi.
Laik Türkiye Cumhuriyeti, belki kurulduğunda değil ama Hilâfet'in kaldırılmasıyla birlikte Batılılaşmanın en radikal örnekliğini göstermiştir. Nitekim Kemalizm’in kutsal kitabı olan Nutuk’ta Cumhuriyetin hedefi; “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak ve onu geçmek” şeklinde tarif edilmiştir.
Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak ulvi bir hedef olarak belirlendiğinde doğal olarak Türkiye’nin geri kalmış bir ülke olduğu da kabul edilmiş oldu. İşte bu geri kalmışlık psikolojisi ile Batı’ya bakıldı. Onur Atalay’ın dediği gibi; kurucu kadro, yeni kurulan Cumhuriyetin attığı her adımını, her uygulamasını takip eden bir “Batılı göz”ü üzerinde hissetti.1
Tartışmasız bir hakikattir ki; “Atatürk Devrimleri” denilen uygulamaların altında yatan saik, geri kalmışlık psikolojisi ve Batılı gözdür. Nitekim Yakup Kadri Karaosmanoğlu, kılık-kıyafet devrimini, Mustafa Kemal’in Avrupa’ya ilk çıktığında yaşadığı utanç duygusunun bilinç altına yerleşmesine bağlar. Avrupalıların bulunduğu yerde Mustafa Kemal’in hareketlerinin nasıl değiştiğinden bahseder.
Aslında kurucu kadronun fikir özeti, dönemin Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt’un şu ifadelerindeki gibidir:
“Türk ihtilalinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar.”
Sonrası malumunuz… Bozkurt’un “Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek” şekline ifade ettiği hedefin uygulanması noktasında tüm kanunlar, -tashih ve şerh bile edilmeden- olduğu gibi Batı’dan alındı. “Batılı göz”, artık her yerdeydi…
10 Kasım 1938’de, Mustafa Kemal her fani gibi öldü ama Batılı göz varlığını devam ettirdi. Milli Şef döneminde de aynı eziklik, aynı geri kalmışlık psikolojisi hakimdi. Bir şeyin doğru ya da yanlış olduğunu anlamak için Batı’ya bakılması, Batı “doğru” diyorsa doğru, “yanlış” diyorsa yanlış olarak kabul edilmesi artık yerleşik bir kültür haline geldi.
1950 yılında yapılan çok partili genel seçimlere kadar, “10 yılda 15 milyon genç yarattıklarını” zannediyorlardı. Yani onlara göre; geri kalmışlığın sembolü olan her şeyden kurtulup modern Batı dünyasının vaaz ettiği fikirleri şartsız kayıtsız benimsemiş bir nesil inşa edilmişti.
1950 yılındaki seçimler, aslında “Kral çıplak” demenin davranışsal yoluydu. Demokrat Parti, Cumhuriyetin kurucu partisine karşı ezici bir üstünlükle zafer kazanmıştı. Bu, yirmi altı yıllık uygulamaların başarısız olduğu anlamına mı geliyordu? Batılı göz, kaygılanmıştı. Laiklik tartışmaya açılabilir, Batı’nın yücelttiği “kalkınma felsefesi”nin yanlışlığı, fasitliği ortaya dökülebilirdi.
Demokrat Parti, “halkın umudu” olarak seçimleri kazanmış olsa bile en nihayetinde rejimin bir partisiydi. Ha keza parti başkanı Celal Bayar’ın en meşhur sözü; “Atatürk’ü sevmek ibadettir” sözüydü. Tabi ki bu sözü diğer devlet erkanı ve siyasetçiler gibi Mustafa Kemal yaşarken göze girmek ve yalakalık yapmak için söylemiş olsa da onun Atatürkçü olduğunda herhangi bir şüphe yoktu. Ama Batılı göz, kazanımların riske girmesini göze alamazdı.
Bir taraftan halkı razı etmek için ezanlar aslına döndürülürken diğer taraftan Batılı göze de laikliğe dokunulmayacağı, olduğu gibi kalacağı noktasında garanti verildi. Bunun için sürdürülmesi gereken iki şey vardı: Atatürk kültü ve resmî tarih anlatısı.
1951 yılında Demokrat Parti, Mustafa Kemal heykellerine saldırıda bulunan Ticanileri bahane ederek “5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”u meclise getirdi. Kanun görüşmelerinde Demokrat Parti Ankara Milletvekili Selahattin Adil, uzun bir konuşma yapar ve vekillere, _“Arkadaşlar! 1946 yılından beri milletin köylüsü ile kasabalısı ile temas ettiniz, dileklerini dinlediniz, ‘aman bize bir heykel dikin’ diyen tek bir vatandaşa rastladınız mı?” diye sorar. Bu sözler üzerine salondan alkışlar yükselir. Mecliste yaşanan bu sahne, Batılı gözün kaygılanmakta haklı olduğunu göstermektedir.
Görüşmeler neticesinde; 487 sandalyeli mecliste, 232 vekilin “evet” oyuyla kanun teklifi kabul edildi. Burada Adnan Menderes için bir parantez açmakta fayda var. Zira 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu meclise geldiğinde başbakan olan, Menderes’ten başkası değildi. Bazı Müslümanlar için kurtarıcı anlamında “Mesih” olarak isimlendirilen Menderes, Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartarak laikliğin teminatı olduklarını Batılı göze açıkça beyan etmişti.
5816 sayılı kanunun kabul edilişinden bu yana 73 yıl geçmiş vaziyette. 73 yıldır, bu yüz karası kanun yürürlükte. Artık Ticaniler yok, artık Mustafa Kemal’in yerine geçmeye çalışan, paraya kendi resmini koyan Milli Şef İnönü de yok! Artık, Kemalist zihniyet de iktidarda değil! Artık “ikinci Menderes” olarak gösterilen Erdoğan iktidarda! Ama hiçbir hukuka sığmayan bu kanun hâlâ yürürlükte!
Dolayısıyla 5816 sayılı kanunun varoluş amacı; Atatürk’ün manevi şahsını, heykellerini filan korumak değildir. Bilakis onunla özdeşleştirilen laik rejimi korumaktır.
Laik rejimi koruma uğruna tertemiz beyinler zehirlenmiş, insanlar Mustafa Kemal’i sevmek zorunda bırakılmış, sevmeyenler çocuklarına bile sevmediğini söyleyememiş, bir şekilde sevmediğini açıklayanlar ise mecnun muamelesine tabi tutulmuş, linç edilip tutuklanmıştır. Böylesi bir psikolojinin hâkim olduğu ülkenin doğal olarak tımarhaneden farkı kalmamıştır.
Bu tımarhanede, yine bir 10 Kasım’da Onkoloji Doktoru Mehmet Arslan “Puta tapmayın. Saygı Allah’a olur” diye sosyal medya hesabından bir mesaj paylaştığı için tutuklandı ve böylece laik rejime bir kurban daha verilmiş oldu.
Madem aslında her şey laik rejimi korumak için; öyleyse bu laik rejimin dayandığı temelleri tartışmamız, fikre karşı fikirle bu temelleri sarsmamız, yıkıp darmadağın etmemiz lazım.
Karşımızda birileri olup laik sistemi savunsa elbette daha keyifli olurdu ama bu laik rejim, insanların beyinlerini iğdiş ettiği için fikir üretemeyen, düşünme melekesini kaybetmiş, daha doğrusu düşünmenin ne olduğunu hiç bilmeyen, özgür olmanın huzur ve mutluluğunu tatmamış nesiller yetiştirdiğinden; fikir konuşacak, laikliğin esaslarını savunacak birini bulmak, -takdir edersiniz ki- imkânsız.
İş başa düştü. Bir sonraki makalemizin konusu da laik rejimin üzerine kurulduğu esaslar ve bu esasların çürük, hatta akıl dışı olduğunu ortaya koymak olsun!
Onur Atalay, Türk'e Tapmak, İletişim Yayınları ↩