![Hizb-ut Tahrir Türkiye Haftalık Değerlendirme Toplantısı - [02 Temmuz 2019]](https://api.kokludegisim.net/uploads/1562143425_65ab1cf76a.jpeg)
Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Başkanı Mahmut Kar, gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulunduğu basın toplantısını dün akşam gerçekleştirdi.
Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Başkanı Mahmut Kar gündem değerlendirme toplantısına Şeyh Said’i rahmetle anarak başladı. Daha sonra İstanbul’da düzenlenen ahlaksız yürüyüşü ve bu ahlaksızlığa zemin oluşturan İstanbul Sözleşmesine değinen Kar sırasıyla; son günlerde özellikle Suriyeli mülteci Müslümanlara yönelik olarak gittikçe artan linç kampanyasını, seçimlerin ardından yeniden başlayan sistem tartışmalarını, seçim sonrasına bırakılan zam fırtınasını ve Müslümanların başındaki yöneticilerin G-20 zirvesindeki ikiyüzlü tavırlarını değerlendirdi.
Mahmut Kar tarafından gerçekleştirilen basın açıklamasının tam metni:
Haftalık Gündem Değerlendirmesi
ŞEYH SAİD’İ RAHMETLE ANIYORUZ!
Programa şehadetinin 94. yıldönümünde Şeyh Said'i anarak başlamak istiyorum. Şeyh Said-i Piranî bundan tam 94 yıl önce Hilâfet’in yıkılmasına karşı verdiği mücadelenin bedelini İstiklâl Mahkemeleri kararıyla idam edilerek ödedi. Allah rahmet eylesin ve şehadetini kabul eylesin inşallah. Resmî tarih, Hilâfet’i yıkıp İslâm’ı ayaklar altına alanlara karşı kıyam başlatan Şeyh Said’i “hain, İngiliz ajanı, Kürtçü ve isyancı” diyerek damgaladı. Şunu açık ve net olarak belirteyim: Şeyh Said’in kıyamı ne laik, faşist Kemalistlerin dillendirdiği gibi İngiliz desteklidir, ne de bugünkü Kürt milliyetçilerin dillendirdiği gibi ırkçı bir başkaldırıdır. Şeyh Said kıyamı; hükmü ortadan kaldırılan din-i mübin-i İslâm’ın tekrar hayat bulması için başlamıştır ve öyle de bitmiştir.
Bunu Şeyh Said’i idam eden katilleri dahi hatıralarında açıkça ifade etmektedirler. İsmet İnönü bu kıyam için şöyle demiştir: “Şeyh Said, hareket esnasında dini kurtarma davasını açıkça ortaya koymuş bulunuyor. Bu dava, ‘Hilâfet kalkmıştır, din tehlikededir, dini kurtarmak lazımdır’ davasıdır.” Evet, işte İnönü’nün bu ifadeleri Şeyh Said kıyamının gerekçesini açık bir şekilde ortaya koyması bakımından önemlidir.
Lozan hezimetine farklı kılıflar bulan Kemalist rejim, Musul’un İngilizlere verilmesine de Şeyh Said kıyamını gerekçe göstermiştir. Hâlbuki Musul, Şeyh Said kıyamından bir yıl sonra İngilizlere teslim edildi. Aslında tek başına bu bile kimin İngilizlerin hesabına çalıştığını belgeleyen tarihî bir kanıttır. Ancak rejim baskısı ile masa başında yazdırılan yakın tarih böyle demiyor. O laik Cumhuriyetin lehine olayları abartıyor, aleyhine olanları ise basitleştirip önemsizleştiriyor. Müslümanların 1300 yıllık yönetim şekli olan Hilâfet’i kötüleyip karalıyor. Batı medeniyetinin köhnemiş demokrasisini ve laik cumhuriyetini almayı övünç sayıyor. Bugün hâlâ sahte tarih bilgileriyle toplumun aklına yön verilmeye çalışılıyor. Bu durum, sorgulamaktan aciz kalabalıkların ve grupların yaşamasını sağlıyor. Bir topluma musibet olarak işte böyle bir durum yeter de artar bile.
Kıymetli Müslümanlar! Şeyh Said Kıyamı kimin kime karşı mücadelesidir? Bu kıyam kime karşı yapılmıştır? “Türk ihtilalinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki; önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar…” diyenlere karşı yapılmıştır. Bu sözleri M. Kemal bir meclis konuşmasında sarf ediyor. Bu mücadele “Hilâfet vardı itaatimiz vacipti, Hilâfet’i kaldırdınız isyanımız vacip oldu.” diyen, kalbi iman dolu Şeyh Said ve arkadaşlarının mücadelesiydi. Bu kıyam batıla karşı hak tarafında olanların, yüzünü Batı’ya çevirenlere karşı kıbleye çevirenlerin, zalimlere karşı mazlumların mücadelesiydi. Bu kıyam kurtuluş savaşına mermi taşıyan Nene Hatun ve Fatma Hatunların mücadelesidir. İşte bu mücadele İslâm’a, Müslümanlara, Kur’an’a ve Hilâfet’e karşı olanlara karşı verilmiştir. Bu mücadele Müslüman kadının örtüsüne el uzatanlara karşı verilmiş bir mücadeledir. Bu kıyam başörtülü kadınlara “Kara Fatma” diyen zihniyete karşı verilmiş bir mücadeledir ve o zihniyet hâlâ hayattadır.
Bu mücadele bugün kesintisiz bir şekilde devam etmektedir. Ta ki Allah’ın dini yeniden bu topraklara hâkim olasıya kadar da sürecektir. Bu kıyamın kazananı Şeyh Said ve arkadaşlarıdır, kaybedeni ise onun önüne geçenler, ona karşı çıkanlar ve ihanet edenlerdir. Şeyh Said o gün ne demişti: “Benim ölümüm Allah ve din içinse darağacında asılmama perva etmem.” Bu vesileyle şehadetinin 94. yıldönümünde Şeyh Said ve arkadaşlarını tekrar saygı ve rahmetle anıyoruz.
Ey Şeyh! Sizler müminlerin kalplerinin en nadide köşesinde yerinizi aldınız. Rabbim şehadetinizi kabul etsin.
İSTANBUL’U KİRLETTİLER!
Her karışı tarih, her karışı İslâm kokan İstanbul, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın Allah’a, Rasulü’ne iman eden her Müslüman için kıymet arz eden bir şehirdir. Tıpkı Mekke, Medine, Kudüs, Şam ve Bağdat gibi… İstanbul, İslâm Peygamberinin müjdesinin gerçekleştiğine şahitlik eden güzide bir şehirdir. “İstanbul” demek “müjde” demektir! “İstanbul” demek “şahitlik” demektir! “İstanbul” demek “güven” demektir! “İstanbul” demek “huzur” demektir! “İstanbul” demek “payitaht” demektir! “İstanbul” demek “Hilâfet” demektir! İslâm ümmeti nazarında böylesine önem arz eden bu güzide şehir kirlendi! Sokakları, caddeleri, havası, suyu kirletildi! On binlerce eşcinsel utanmadan, arlanmadan, hayâ etmeden meydanlara çıktı. Allah’a, Rasulü’ne ve tüm Müslümanlara meydan okurcasına “biz buradayız buna alışın” diye bağırdılar.
Esasında bu ahlaksızlığa alışmamızı ilk isteyen onlar değildi. Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi ile aileyi yıkmaya giriştiğinde aynı şekilde bağırmıştı. Bu sözleşmenin 12. maddesinde şöyle geçmektedir: “Taraflar kadın ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.” Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesine imza atanlara özetle şöyle diyor: “Sapık cinsel tercihlere karşı çıkan tüm değer yargılarına savaş açacak ve aykırı cinsel tercih sahiplerini koruma altına alacaksınız!”
İşte bu sözleşme imzalandıktan kısa bir süre sonra eşcinsel dernekler fiilen açıldı ve faaliyetleri devlet koruması altına alındı. Elbette tek başına bu sözleşme toplumu yıkmaya yetmeyecekti, bu sözleşmenin medya organları tarafından desteklenmesi de gerekecekti. Nitekim öyle de oldu, diziler, yönlendirmeli haberler ile toplum eşcinsellere alıştırıldı. Bu ahlaksızlığın tek müsebbibi İstanbul Sözleşmesine imza atan, medya organlarında ahlaksızca yayınlar yapılmasına göz yuman, okullarda “toplumsal cinsiyet eşitliği” adı altında eğitim faaliyetlerine izin veren iktidarın bizzat kendisidir. Bu şekilde “demokrasi ve özgürlük” denilerek ahlaksızlıkların kapısı aralanmış ve toplum adeta ateş çukuruna atılmıştır.
Kıymetli Müslümanlar! Unutmayın ki ahlaksızlık bulaşıcıdır. Bu, toplumun bir kesimi ile sınırlı kalmayacaktır. Allah muhafaza bu kötülükler yayılacak, ev ev, hane hane dolaşacaktır. Bu nedenle bu virüs derhal karantina altına alınmalıdır. Durum böyle iken iktidar ahlaksızlığı -bırakın karantina altına almayı- kanunlar ve yasalar ile koruma altına almıştır. İktidar tarafından kurulan kadın dernekleri ile İstanbul Sözleşmesinin propagandası yapılmaktadır. Unutulmamalıdır ki üzerimizde bulunan laik demokratik sistem bu ahlaksızlıkların kaynağıdır. Bu sistemler yıkılmadıkça ahlaksızlık toplumu kuşatmaya, aileleri tehdit etmeye, bireyleri esir almaya maalesef devam edecektir.
LİNÇ KAMPANYASINA “DUR!” DENİLMELİDİR!
Geçen hafta cumartesi akşamı İstanbul’un Küçükçekmece ilçesinde cinsel taciz iddiası ile trajik olaylar yaşandı. Suriyeli muhacir çocuğun bir kız çocuğunu taciz ettiği iddiası sosyal medyada yayıldı. Ortaya atılan asılsız bu iddia ile mahallede toplanan bir grup aynı mahallede yaşayan Suriyeli muhacirlere linç girişiminde bulundu. Yaşanan olaylarda hiçbir suçu olmayan Suriyeli genç öğrenciler bıçaklandı, mahalledeki işyerlerine zarar verildi ve yağmalamalar gerçekleşti. İstanbul Valiliği’nin açıklamasında da iddianın asılsız olduğu, yanlış anlaşılmadan kaynaklandığı ifade edildi. Bu asılsız iddiayı ortaya atan ve provokasyona karışanlar hakkında yasal işlem başlatılacağı duyuruldu.
İstanbul başta olmak üzere, Türkiye’nin bazı şehirlerinde son dönemde taciz olayları çokça gündeme gelmektedir. Bu olaylar Suriyelilere yönelik düşmanlık beslenen bir provokasyona dönüşmektedir. Milliyetçi ve laik zihniyetli politikacılar ise yaptıkları paylaşım ve açıklamalarıyla bu fitneyi adeta körüklemektedirler. Bu kişiler “suçun şahsiliği” ilkesini hiçe sayarak her olaydan Suriyeli muhacirleri sorumlu tutmaktadırlar. Bu zihniyet Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin müsebbibi olarak da yine Suriyelileri görmektedir. İslâm’ın bizlere öğrettiği Ensar-Muhacir kardeşliğinden nasiplenmemiş bu zihniyet ve temsilcilerinin dilinden nefret söylemleri hiç eksik olmamaktadır. Bunlar asıl sorunun Suriyeli muhacir Müslümanlar olmadığını biliyorlar. Suriyeli Müslümanlar Türkiye’ye gelmeden önce de bu tür menfur taciz ve tecavüz olaylarının yaşandığını da biliyorlar. Onların bu nefret söylemi ve düşmanlığı, aslında İslâm’a ve Müslümanlara yönelik hazımsızlığın bir sonucudur. Katil Esed nasıl ki kardeşlerimizi Suriye’de barındırmadı, yurtlarından çıkardıysa, bu laik ve milliyetçi odaklar da aynı zihniyetle hareket etmektedirler.
Peki, ya son dönemde milliyetçilikten medet uman iktidar partisi ve temsilcilerine ne demeli? Suriye devriminin güçlü olduğu dönemde Ensar-Muhacir kardeşliğinden söz eden iktidarın şimdilerde Suriyelileri kovma imasında bulunmasına ne demeli? AK Parti, Ensar-Muhacir kardeşlik anlayışını bir seçim politikası olarak mı görüyor yoksa? Suriyeli muhacirlere yönelik son aylarda yürütülen linç kampanyasının bir payandası mı oluyor yoksa? Yöneticiler şunu asla unutmamalıdırlar: Suçun şahsiliği evrenseldir. Bir kişi suç işlerse cezası sadece o kişiye aittir. Annesine, babasına, etnik kökenine veya uyruğuna bakılmaz. İster Türk ister Kürt olsun isterse Suriyeli olsun bu herkes için geçerlidir. Suriyeli Müslümanlara yönelik linç kampanyası asla kabul edilemez. Bu linç kampanyasına dur denilmelidir. Yaşanan her taciz olayını, gelişen her olumsuzluğu Suriyelilere bağlamak acı gerçeklerden kaçmaktır.
Acı gerçek nedir biliyor musunuz? Tüm bu taciz olaylarının ahlaksızlık ve sapkınlıkların tek nedeni, toplumsal bozulma ve yok olmanın tek nedeni, üzerimizde hâkim olan düzendir. Uygulanan küfür nizamları yüzünden toplumda bozulma ve yozlaşma artmıştır, haramlar ve sapkınlıklar yaygın hale gelmiştir. İşte laik düzen ve fasit rejim değişince her şey kökten değişecektir, inşallah…
SİSTEMLERİ MASAYA YATIRALIM, HODRİ MEYDAN!
23 Haziran’da yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye seçiminde AK Parti ve Cumhur İttifakı’nın ağır yenilgisi sistem tartışmalarını yeniden gündemin ilk sıralarına oturttu. Millet İttifakı parti liderleri; Kılıçdaroğlu, Akşener ve Karamollaoğlu güçlendirilmiş parlamenter sisteme geri dönülmesi çağrısı yaptılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise birtakım eksiklikler olduğunu zımnen kabul etmekle beraber milletin tercihini yaptığını, eksikliklerin giderilerek yola devam edileceğini söyledi. Hem Amerikancı Cumhur İttifakı hem İngilizci Millet İttifakı, iki taraf için de söylüyorum: bu sığ söylemlerinizle halktan ne kadar kopuk, ne kadar uzak olduğunuzu bir kez daha gösterdiniz. İnsanlar geçim sıkıntısı yaşarken sizin yaptığınız tartışmaya bakın? İnsanlar borçlarını ödeyemiyor, küçük ve orta ölçekli esnaf kan ağlıyor, işsizlik had safhaya ulaşmış, halkın cebindeki paranın hiçbir kıymeti kalmamış. Siz, fırsattan istifade başkanlık sistemini tartışmaya açıyorsunuz, “yeniden parlamenter sisteme dönelim” diyorsunuz.
Sorun sadece parlamenter sistem yahut başkanlık sistemi sorunu değil ki. Asıl sorun sizlersiniz! Sizin ilkesiz siyasetiniz sorun! Asıl sorun sizin sömürgeci kâfirlerle olan işbirliğiniz! Kiminiz ABD ile kiminiz İngiltere ile kol kola girdiniz, onların siyasi çıkarlarına hizmet etmeyi tercih ettiniz. İhaneti ticarî bir kazanca dönüştürdünüz. Halkınızı unuttunuz, size iyi niyetlerle oy verenleri aldattınız. Sömürgecilerin ülkemizin kaynaklarını sömürmesine göz yumdunuz, hatta aracılık ettiniz. Şimdi de kalkmış sistem tartışması yapıyorsunuz. Bu ne aymazlık! Bu ne utanmazlık!
Parlamenter sistem size çok şey kazandırdı, doğru. Peki ya bu sistem halka ne verdi? Ekonomik refah mı? İtibar mı? İstikrar mı? Güven mi? Yoksa huzur mu? Hiçbir şey vermedi! Hep aldı! Hep çaldı! Aynı şekilde, Amerikan tipi başkanlık sistemi; o, bu halka ne verebilir? Hiçbir şey! Geçen bir yılda bu gerçeğe herkes şahitlik etmedi mi? Evet! Mesele, parlamenter ya da başkanlık sistemi meselesi değildir. Mesele, Batı menşeili kapitalizmdir. Kapitalizmin ve onun vazgeçilmezi olan laikliğin bu ülke insanına ısrarla tatbik edilmeye çalışılmasıdır, mesele.
Ey siyasi parti yöneticileri! Eğer bir sistem tartışması istiyorsanız haydi, hodri meydan! Sizin istediğiniz ve belirlediğiniz bir kanalda, kamuoyuna açık bir şekilde sistemleri masaya yatıralım. Siz tarafı olduğunuz İngiliz Parlamenter sistemi veya da Amerikancı Başkanlık sistemini getirin. Biz de tarafı olduğumuz İslâm’ın yönetim sistemi olan Hilâfeti getireceğiz. Siz siyasi fikirlerinizi ve projelerinizi ortaya koyun biz de koyacağız. Sistemlerinizin fasit ve bozukluğunu tek tek açıklayacağız. İddialarınızı tek tek çürüteceğiz. Var mısınız? Haydi, hodri meydan!
Sanki bilmiyorsunuz, sanki görmüyorsunuz? Sanki bu Batılı Kapitalist sistemlerin halkımızı ve İslâm ümmetini sömürdüğünden bihabersiniz. Sizin çağırdığınız sistemler değerlerimizi yok ediyor, aileleri parçalıyor ve kendine köle yapıyor. Şayet zerre miskal bu halkı düşünüyorsanız derhal ama derhal Batılı sistemlerin belasından bu halkı kurtarmak için harekete geçersiniz. Tüm insanlara aydınlık bir gelecek ve adalet vadeden İslâm nizamını tatbik etmek için kolları sıvarsınız. Sömürgeci ABD, İngiltere ve tüm Batı ülkelerini topraklarımızdan sistemleri ile birlikte kovmak için adım atarsınız. Eğer bunu yapmazsanız daha çok sistem tartışması yaparsınız.
SEÇİMLER BİTTİ, ZAMLAR GELDİ!
Evet, seçimler bitti, yenilenen İstanbul seçimleri de bitti. Ve beklenen oldu, seçimlerin ardından zam yağmuru başladı. Elektriğe, motorine, çaya, şekere gelen zamlardan sonra bir de amme alacaklardaki gecikme zammına zam geldi. Bakın göreceksiniz, maliyetlerdeki artışı bütün kalem ürünlere zam olarak yansıtacaklar. Bu daha önce de tecrübe ile sabit. Yani zam furyası domino etkisi oluşturacak ve yavaş yavaş neredeyse tüm ürünlere yansıyacak. Bu zamlar seçim sonrasına saklandı ki oy verenlerde olumsuz bir etki oluşturmasın. Şimdi nasıl olsa bir sonraki seçim 4 yıl sonra yapılacak. Nasıl olsa halk bu zamları çarçabuk unutacak… Peki, tamam da bu zamlar neden yapıldı? Zamları yapmanızın sebebi nedir? Türkiye’nin gelir kaynakları mı yetersiz? Yoksa gelir kaynaklarını sömürgecilere ve işbirlikçilerinize peşkeş mi çekiyorsunuz? Gelişmiş teknolojiye sahip değilsiniz, bunu oluşturamadınız, Batılı devletler ile bu alanda mücadele edemiyorsunuz… Tamam, tamam da Türkiye’nin her bir bölgesi mevsimsel olarak tarıma elverişli iken dışarıdan tarım ürünleri ithal etmek de ne demek? Tohumda, gübrede kapitalist şirketlere bağımlı hale gelmek de ne demek?
Teknolojiniz yok, tamam, anladık. Ama tarım politikanızı dahi sömürgeci şirketlere endeksli belirliyorsunuz… Bu, halka ihanet değil de nedir? Gerekli planlamaları yapmıyorsunuz, gerekli tedbirleri almıyorsunuz sonra da açıkları zamlarla kapatmaya çalışıyorsunuz. Faiz ödemelerinizden doğan açıkları bizim sırtımıza yüklüyorsunuz. Tabii, 2019 yılında Batılı kapitalist şirketlere ve bazı ülkelere tam 173 milyar dolar faiz ödemesi yapılacak. Bu parayı nereden bulacaksınız? Türkiye’nin sayılı zenginlerinden vergi olarak almayacaksınız elbet. Aksine onların vergi borçları silinecek. 173 milyar doları ise halktan toplanan vergiler ve zamlarla ödeyeceksiniz.
Kıymetli Müslümanlar! Bu sistemler ve yöneticiler, onların efendileri yani baronlar, maalesef halkımızı kapitalizmin kölesi haline getirdiler. Verdikleri üç kuruş maaşı bile kullanmanıza müsaade etmiyorlar. Onları tekrar vergi ve zamlarla geri topluyorlar. Bunlar doymaz! Bunlar, açgözlü sömürücüler! Bunlar, kan emici keneler… Onun için ivedilikle bu sömürü çarkı yok edilmelidir. Faiz lobisi, banka lobisi, borsa lobisi, halkımızı sömüren ne kadar lobi varsa derhal dağıtılmalıdır. İslâmi iktisat esas alınarak yeni bir iktisat nizamı tesis edilmeli ve her alanda ivedilikle uygulanmalıdır. Bu sömürü düzenine son verecek, insanlığı onların kanlı pençelerinden kurtaracak ve adaletli bir gelir dağılımı sağlayacak yegâne nizam İslâm iktisat nizamıdır.
G-20’NİN ÜSTLERİ VE ASTLARI KİM?
Dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan en büyük 20 ekonomisini temsil eden G-20 zirvesi bu yıl Japonya'nın Osaka kentinde gerçekleşti. Geçen yıl “Adil ve Sürdürülebilir Gelecek” başlığıyla toplanan zirvenin bu yıl ki ana konusu “Küresel Ticarette Gerilimlerin Bitirilmesi ve Eşit Ortaklık” olarak açıklandı. Kulağa hoş gelen slogan ve vaatlerle yapılan bu zirvelerde aslında küresel sömürgeci güçler kendi politikalarını diğerlerine dayatmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Adil, sürdürülebilir bir gelecek onların hiç umurunda değil, “küresel ticarette eşit ortaklık” dedikleri şey onların en küçük yalanları…
G-20 zirvelerinde konuşulanlar, bugüne kadar dünyaya hiçbir fayda sağlamadığı gibi sömürü ve zulüm politikaları dünyayı daha da yaşanmaz hale getirdi. Esasen “G-20”, “G-8” diye adlandırılan “gelişmiş ülkelerin” ekonomisini güçlendirmek için “gelişmekte olan ülkelerin” ikna edilmesi üzerine kurgulanmış bir oluşumdur. ABD’nin başını çektiği bu gelişmiş sömürgeci güçler hiçbir hak ve hukuk gözetmeksizin ülkeleri işgal ediyorlar, bazılarına yaptırım uyguluyorlar, bazılarına ise darbe yolu ile tahakküm ediyorlar. Bu, herkesin şahit olduğu bir gerçektir.
Zirveye sadece konu mankeni olarak katılan diğer ülke yöneticilerinin bu sömürgecilere karşı sessizliği de yine herkesin şahit olduğu bir gerçektir. Türkiye’yi temsilen zirveye katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye heyetinin G-20’deki temasları bunu göstermektedir. Diğer türlü olsaydı, ABD’nin S-400 tehditlerine ve YPG’ye verdiği 20 bin TIR silaha rağmen Trump ile samimi pozlar verilip stratejik ortaklık vurgusu yapılmazdı. Kudüs’ü Yahudi varlığının başkenti ilan eden ve elçiliğini Kudüs’e taşıyan ABD Başkanı Trump'a en azından iki çift söz edilirdi. Bunlar yapıldı mı? Yapılmadı! Aksine, Türkiye heyetini “Hollywood aktörlerine” benzeten Trump’ın küstahlığına sanki iltifat ediyormuş gibi gülüşerek karşılık verildi.
Eğer G-20’de katillere had bildiren birisi olsaydı, İdlib’deki Türk gözlem merkezlerine saldıran Esed rejiminin destekçisi katil Putin ile dostça sohbet edilmezdi. Eğer G-20 zirvesi platformu gerçek küresel bir hesaplaşmaya sahne olsaydı, Cemal Kaşıkçı cinayetinin faili ve Yemenli Müslümanların katili Prens Muhammed b. Selman ile iki vezir gibi Trump’ın sağında ve solunda “mutlu aile” fotoğrafı verilmezdi. Eğer G-20 zirvesi mazlumların hakkının dile getirildiği bir platform olsaydı, Doğu Türkistanlı Uygur Müslümanlara toplama kamplarında zulmeden Çin Devlet Başkanına bunun hesabı sorulurdu. Soruldu mu peki? Hayır! Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in davetlisi olarak Osaka’dan Pekin’e geçildi ve onuruna verilen yemeklere iştirak edildi.
G-20 Zirvesi İslâm beldeleri için izzet değil zillet toplantıları olarak tarihe geçecektir. Bu zilletten kurtulmanın çaresi ne Rusya’dan S-400 almak ne de ABD’den Patriot ya da F-35 almaktır. Bu zilletten kurtulmanın tek çaresi, kâfirleri dost edinmekten vazgeçmektir. Onların nüfuzu altına girmemektir. Bu zilletten kurtulmanın tek çaresi, 57 İslâm ülkesinin gücünü tek bir çatı altında toplayacak olan Râşidî Hilâfet Devleti’ni yeniden ikame etmektir.
Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu

