YÖNETİCİ- YÖNETİLEN İLİŞKİSİNDE KAOS
19 Mart 2016

YÖNETİCİ- YÖNETİLEN İLİŞKİSİNDE KAOS

Yönetici- yönetilen ilişkisi ve ilişkiden kaynaklanan sorunlar, tarih boyunca toplum içindeki bireylerin ilişki biçimlerini belirleyen temel kriter olmuştur. Bu ilişki biçimi her zaman olduğu gibi günümüzde de temel dünya görüşleri ekseninde şekillenmektedir. Doğal olarak halk, kendi temel kabullerine zıt fikirlerle yönetildiğinde olumsuz reaksiyon gösterirken, tersi durumda ise gerek bireyler arası ilişkilerde ve gerekse yönetimle olan alakalarında uyumlu bir profil çizmektedirler.

Yaşadığımız ülkede ise maalesef toplumda çarpık ilişki biçimleri ve yönetim-yönetilen ilişkileri bağlamında zıtlıkları barındıran bir tablo görülmektedir. Gerek bireyler arası ilişkileri ve gerekse birey devlet ilişkisinde en temel unsur fikirlerdir. Çarpık fikirler çarpık ilişki biçimini doğurmaktadır. Hâl böyle olunca fikirleri tatbik eden devlet, toplumun temel kabullerine ve dünya görüşüne ters fikirler ile yönettiğinde toplumda kaos ve anarşi oluşmaktadır.

Bahsini ettiğimiz devlet-birey ilişkisinde en bariz olan ekonomidir. Yöneticilerin şahsi menfaatlerini öncüllediği kapitalist ülkelerde halk kendi menfaati ekseninde, hümanist bir bakışla servetini arttırma hülyasıyla yaşarken, yöneticiler ise devletin verdiği sınırsız imkânlarla servetine servet katmaktadırlar. Ne halk yöneticinin maddi zorluklarında yanında yer alıyor ne de yönetici gerçek anlamda halkın maslahatına iş yapmaktadır. Her iki kesim de yalnızca çıkarcı bir bakışla ve servet avcılığı ile hayattan alınabilecek maksimum hazzın peşinde koşturmaktadırlar. Evet işte kapitalist dünya görüşünün insana verdiği en büyük kazanım(!) budur.

Oysa İslam, bilhassa ekonomik ilişkilerde toplum, birey ve devlet kombinasyonunda güçlü bir ilişki ağı kurmuştur. Zekât müessesesiyle bireyin diğer bireylere kindar bakması devlet eliyle önlenirken, devletin tekelinde olan ve halkın maslahatına kullanılması öngörülen işlerin varolması devlete olan güveni perçinlemiştir. Toplumda bir bireyin temel ihtiyaçlarının devlet garantörlüğünde olması, eğitim, sağlık, güvenlik gibi temel unsurların devlete yüklenen esasi hükümler olması, halkın mal, can ve ırz emniyetinin sağlanması noktasında belirleyici devlet müeyyidelerine döndürülmüş olması, evet tüm bu hususlar toplum ve devletin güvene dayalı bir muavenet içinde olmasını sağlamıştır. Velev ki toplumun sahip olduğu inançla uyumlu olmasa da, İslam ideolojisinin tatbikinin sağladığı huzur ve güven ortamında insanlar devletle karşı karşıya gelmemişlerdir. İslam’ın kötü tatbik edildiği zamanlarda bile gayrimüslimler bu çatı altında yöneticilerine güven duymuş ve devleti kendi devletleri olarak benimsemişlerdir.

Tarih kitaplarında yer alan ancak somut olarak hayat vakıasında yaşanmış olan birçok pratik uygulama bu hakikati perçinlemektedir. Ekonomik ilişkilerde adalet ile yöneten iktidar sahiplerinin uzun yıllar ülkeyi ayakta tuttuğu bir gerçektir. Tersi durumda ise isyanlar ile dolu birçok vakıa yaşanmıştır. Adalet herkese eşit yaklaşmak demek değil, bizatihi insan fıtratıyla uyumlu kanunlar ile yönetmektir. Siz üç ekmeği birini yaşlı, birini genç ve birini de çocuğa verirseniz bu adalet değil zulüm olur. Oysa uzvi ihtiyaçları oranında bölüştürmeniz ise adalet olur.

مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ

“Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Rasulü'ne verdiği fey, Allah'a, Rasul 'e, (ve Rasul’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın…”[1]

Ömer RadiyAllahu Anh bu ayet hakkında Rasul’ün pratikte nasıl bir uygulamaya gittiğini bakın hangi cümlelerle ifade ediyor. Ömer RadiyAllahu Anh buyurdu ki:

“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de Nadiroğullarının mallarını aranızda paylaştırdı. Allah'a yemin ederim, o başkalarını size tercih etmediği gibi, sizi dışarda tutarak da onu yalnız başına almış değildir… Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem o maldan bir yıllık harcamasını alır, sonra geri kalanı diğer malların harcandığı yerlere harcardı...” Evet Rasul “Bize mirasçı olunmaz. Bizim geriye bıraktığımız bir sadakadır.” şeklindeki sözünü doğrularcasına geride bıraktığı mallarından vefatından sonra ümmetin işlerine harcandığını görüyoruz.

Buna benzer onlarca örneğe, Peygamberin vefatından sonra Raşid Halifeler Devri’nde de şahit olmak mümkün. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Sad b. Ebi Vakkas RadiyAllahu Anh Şam’ın valisiyken şehirdeki bir camiyi genişletmek ister. Bunun için caminin etrafındaki evleri ve arsaları alma gereği doğmuş ve bedelini ödeyerek istimlak etmeye başlar. Ancak Şam’da yaşayan bir Yahudi camiye bitişik olan arsasını satmak istemez. Bunun üzerine vali arsaya el koyar ve bedelini adama gönderir. Arsasını kaybeden Yahudi, komşusu olan bir Müslüman’a derdini anlatır. Müslüman vatandaş da Medine’ye gitmesini ve Halifeyle görüşmesini tavsiye eder. Yahudi denileni yapar ve Halife Hz. Ömer’in yanına gider. Hz. Ömer adamı dinler ve şu notu yazar: “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.”[2] Bu notu alan Sad b. Ebi Vakkas RadiyAllahu Anh uygulamadan hemen vazgeçer.

Hz. Ebubekir’in Hilafeti döneminde ise bu makamda bulunması karşılığında maaş dahi almadığı ve geçimini son iki yılına kadar ticaret ile sağladığı somut bir vesika olarak önümüzde durmaktadır.

Hazreti Ömer'in Halifeliği zamanında Medine'ye gelen bir kervanı sırf kervan sahipleri rahat uyusun diye sabaha kadar Abdurrahman bin Avf ile birlikte başında bekledikleri biliniyor. Hatta kervan içinde çadırlar arasında gelen bir çocuk ağlamasına dikkat kesilen Hz. Ömer, çadır sahibinden çocuğu susturmasını ve uyutmasını rica etti. Ancak çocuğun annesinin “Allah Halifemiz Hazreti Ömer'e insaflar versin. Çocuklar sütten kesilmeyince, bizim gibi bir fakire nafaka vermez. Fakirlik maaşı bağlamaz. Onun için yavrumu erkenden sütten kestim.” demesi üzerine Hz. Ömer gözyaşlarına hâkim olamaz, namazını güçlükle eda eder ve cemaate yönelerek: “Sizin Ömer'inize yazıklar olsun!.. Sizin Ömer'inize yazıklar olsun!” der ve akabinde Medine sokaklarında tellallarla bir beyan yayınlar. Beyanda şöyle yazılıdır: “Hangi Müslümanın oğlu veya kızı dünyaya gelirse, hemen Halifeye bildirsin. Beytülmal'dan (hazineden) nafaka (maaş) verilecektir. Hiç kimse nafaka yüzünden evladını vaktinden önce sütten kesmesin!”

İşte Peygamberin devlet başkanlığı ve güzide ashabın Hilafetleri döneminde yöneten-yönetilen ilişkileri böyle hassas bir denge ve adalet üzere kuruluydu. Oysa günümüze gelindiğinde yönetenlerin İslam ile yönetmedikleri gerçeğini de göz ardı etmeyerek, vakıada toplumla ilişkilerine göz attığımızda hiç de iç açıcı bir tablo görünmemektedir.

Toplumun değerlerinden, fikirlerinden ve görüşlerinden uzak, Batı’nın dünya görüşü ve felsefesini çağın gereklerine uymak adına özümsemiş, dahası paçavra değerindeki batıl fikirleriyle toplumla yüzleşen yöneticiler, topluma saadet ve refah sunamazlar. Sunamadılar da. Öyle ki her on yılda bir değişen anayasalar, günlük ve haftalık değişen yönetmelikler toplumu bıktırmıştır.

Birkaç örnekle konuyu somutlaştırmak ve adaletsizlikleri anlatmak istiyorum. Yakın çevremden 20 yılı aşkın süredir muhasebecilik yapmış bir mali müşavirle görüştüm. Kendisine yaşı 67 olan bir kimsenin 8-10 yıl çalıştığı ve sigorta ücretlerini yatırdığı halde emekli olamadığını bundan dolayı da vermiş olduğu primlerin geri alınıp alınamayacağını sordum. Verdiği cevap beni cidden çok şaşırttı. Sözgelimi… diye söze girdi. 20 yıl önce bir şahıs sigorta ücretini yatırmış olsun ve o günden bugüne yatırdığı parasını geri almak istediğinde, yarısına yakın kısmının vergiyle zaten kesintiye uğradığını ve verdiği paraların da herhangi bir değer kazandırılmadan o gün verdiği pirim kadar geri alabildiğini söyledi. Yani bir kimse 20 yıl önce sigorta ücreti olarak aylık 10 TL yatırdıysa bu değer bugünün parasal değeriyle değil aynıyla geri veriliyor. Oysa şu an SSK’da sigortası yatan bir işçi aylık 400-600 TL arası ücret ödemektedir. Yani İslami olmayan bu sistemde adalet denilen olgu, halkından alırken ve verirken zulme dönüşmektedir.

Yaşı 65 olan bir kimsenye 3600 gün sigortalı çalışmadığı için maaş bağlanmamakta ve akrabalarının vicdanına terk edilmektedir. Oysa İslam devletinde temel ihtiyaçlar devlet garantörlüğündedir. Yaşlı, çalışamayan, mağdur, sabi ve fakir kimselerin barınak, yiyecek içecek ve ısınma gibi temel ihtiyaçları Beytülmal’dan karşılanır. Bu devlet hizmeti, bireyin devlete yaptığı nakdi sigorta yatırımının toplamıyla ölçülmeyecek derecede bir haktır. (Sigorta ile alakalı şer’î hüküm ise ayrıca araştırılması gereken başka bir konudur.) Üstelik kişinin emeği ve kazancı üzerinden %18 gibi sabit vergiler ve vereceği sağlık hizmeti karşılığında halkından ücret almaz. İslami Hilafet Devleti’nde sağlık ve eğitim, devletin en asli sorumluluklarındandır.

Şöyle bir düşünelim. Orta ölçekli bir mahallede kaç hane vardır. En aşağı 1000 ev olduğunu varsayalım. Bu evlere bir ay içerisinde yönetim adına kim ve ne için gider? Cevabı tahmin ediyorsunuz değil mi? Elektrik faturası kesmek için bir görevli, su faturası kesmek için bir görevli, haciz ve ihbarname gibi evraklar için bir görevli… Bu ve buna benzer görevleri ile vasıflandırılmış onlarca kişi mahallede bulunan 1000 eve her ay düzenli olarak gitmektedirler. Şimdi merak edilen soru şu: Yaşlı bir annemizin evine gitmek için bir devlet kurumundan elinde parayla çıkan ve o parayı yaşlı dedemizin veya annemizin kapısına kadar getiren bir görev tanımı biliyor musunuz? Hayır ama şu manzara çoğumuzun hafızasında eminim yer etmiştir. Ayın belirli günlerinde bir bankanın veya bir PTT şubesinin kapısında akşama kadar bekleyen/bekletilen uzun kuyruklar. Bu kuyrukları azaltmak çok zor olmasa gerek. Tek bir görevli bir ay boyunca değil, sadece 3 günde komple bir mahallede bulunan tüm yaşlıların maaşını kapısına kadar getirebilir. Ancak kapitalist devlet anlayışı süründürme politikasına sahiptir.

İslam Devleti’nde ise zekât amillerince, zengin Müslümanlardan toplanan paralar fakirlere, miskinlere, yolda kalmışlara, Allah yolunda cihad edenlere, kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere, kölelere ve zekât görevlilerine verilmek üzere nafakalar ellerine teslim edilir. Devlet yaptığı işler için ek bir vergilendirmeye muhtaç duruma gelmediği müddetçe asla vergi almaz. Halkından aldığı tek bir şey vardır o da zekâttır. Onu da zenginlerden alır. Yaptığı yollar için, otobanlar için, köprüler için geçiş ücretleri almaz. Bu zaten onun asli sorumluluklarındandır. Oysa görüyoruz ki Urfa’dan yola çıkan bir araç Adana’ya otobandan varmak isterse en az 40 TL ücret ödemektedir. Hava parası adı altında parkometreler işletilmekte ve insanlar araçlarını yol kenarında park etmeleri karşılığında saatli tarifelerle devlet eliyle zulüm görmektedir.

“Genel Sağlık Sigortası” ismi verilen, sözüm ona her bireyin sağlık hizmeti almasını sağlandığı söylenen sistemde ise ayrımcı bir politika ile toplum ayrıştırılmaktadır. Kimilerinin yeşil kart, kimilerinin SSK ve kimilerinin de Bağ-Kur kapsamında sigortalandığı ve sağlık hizmetlerinin de farklı sınıflara toleranslı özel sağlık kurumlarının oluşturulduğunu görüyoruz. Mesela Özel Tıp Kurumları ve Özel Hastanelerde herhangi bir işte çalışmadığı için “yeşil kartlı” olan insanların muayenesinin yapılmadığını ve bunlara 100 TL’ye varan “Sağlık Güvencesi Olmayan” kimseler gibi muamele yapıldığını görüyoruz. Yani yeşil kartları özelde geçmiyor. Şimdi soru şu: Bir kimse çalışmadığı için zaten bir mağduriyet yaşıyor. Bu kimselere “Yeşil kartlısın ve sadece devlet hastanelerinde muayene olursan senin sağlık giderlerini karşılarım.” demek ne kadar adil. Öte yandan devlet kurumlarında ve özel sektörde iyi kötü maaşlı bir işte çalışan kimselerin ise “Sen bizim için özelsin özelde de devlette de istediğin sağlık kurumunda muayene olabilirsin bunu biz karşılarız.” demek ne kadar tarafsız ve adil? Muayene sonrası ilaçlar için ödenen ücretler de zaten bu ülkenin bir gerçeği…

İnanın daha zikredilecek o kadar çok şey var ki! Araç muayene ve sigorta ücretlerindeki fahiş fiyatlardan mı, elektrik ve su sarfiyatları üzerine eklenen %100 ve daha fazla alınan vergilerden mi, benzin fiyatlarındaki sabit vergi uygulamalarından ötürü dünyanın en pahalı benzinini kullanmak zorunda olduğumuzdan mı... Belki de tüm bunlardan önce, yaşadığımız ve bize çektirilen tüm bu zulümlere karşılık halen sorunun temelini, problemin çözüm kaynağı olarak görmek en büyük yaşadığımız handikap olsa gerek. Şöyle diyebiliyoruz mesela: “Hükümet bunları düzeltecek, zaman lazım.” Oysa bakışımızı düzeltmeli ve “hükümet” diye söze başladığımızı unutmamalıyız. Hükümet demek “yetkilerin, insiyatifin ve toplum üzerindeki her işin sorumlusu ve müsebbibi” demektir. Dünyada, ülkesinde olup bitenlerden bihaber olan bir hükümet veya yönetim var mı? Değilse hükümet olur mu? İşte bunun bağını kurmak zorundayız.

Halkını asgari ücrete talim ettiren ve buna sınır tayin ederek sefil bir hayat yaşamaya mahkûm edenler sadece işverenler, sendikalar ve odalar değildir. Domates fiyatını mahalle bakkalına 3 TL’ye satan sadece hâl pazarında oturan tüccar değildir. Ekmek fiyatını 10-20 kuruş arttıran fırıncı tek başına suçlu değildir. Tüm bu hayat pahalılığının devletin uyguladığı pazar politikalarıyla, ihracat ve ithalat politikalarıyla, yerel kaynakları küfre peşkeş çeken iç politik hesaplarıyla direk bağlantısı vardır. Bunun bağını kurmak zorundayız.

Bu ve buna benzer tüm ekonomik zulüm döngüsü yöneticilerin şahsi çıkarları ve menfaatleri etrafında maalesef dönmektedir. Oysa İslam iktisadi siyaseti ise Allah Subhanehû ve Teala’nın nizamının tatbikidir ve Müslümanların hem yöneticileri hem de tebaası arasındaki buzları eriten ve topluma bir bütün olarak bakan bir nizamdır. Bugün bu nizamın uygulanmasını sağlayacak İslami Bir Hilafet Devleti olmadığı için halkın öz fikirleriyle çelişen Batı menşeli fikirlerin tatbikinden doğan sorunlar yumağı ile karşı karşıyayız.

Ne zaman ki İslam ümmeti küçük sebepleri esasi sebep olarak görmekten, esas zulüm odaklarını görmeye başlarsa, ne zaman ki nizam denilen şeyin, toplumun hamurunu yoğuran şeyin bizzat devletin fiili uygulamaları olduğunun farkına varırsa işte o zaman küfrün oyunlarının da, Batı hadaratına ait değer yargılarının da onları bu çukurda yalnız bıraktığının farkına varacaktır Allah’ın izni ile…


[1] Haşr Suresi 7

[2] Müslüman olmadığı halde adalet yerini bulsun diye kendi oğlu hırsızlık yaptığı için onu astıran hükümdar.