Bir takım baro başkanları savunma haklarının engellendiği iddiasıyla Ankara’ya yürüyüş gerçekleştirdi. Tabii ki olayın içyüzü; ne savunma hakkı ne de avukatların baro seçimlerinde yaşadığı sıkıntıdır. Mesele; Amerikancı vesayetin İngilizci vesayette bir cephe daha kazanma çabasıdır.
Osmanlı Hilâfet Devleti’ni çeşitli hile ve desiselerle yıktıktan sonra dünyanın liderliğini İngiltere üstlenmişti.
Bu durum ikinci dünya savaşına kadar etkin bir şekilde devam etti. Hitlerin ortaya çıkışı sonrasında yaşanan gelişmeler beraberinde büyük bir savaşı getirdi ve oluşan siyasi boşlukta kendi kabına sığmakta zorlanan Amerika dünya siyasetine aktif bir şekilde dâhil oldu.
Amerika, İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin sömürgelerini ellerinden almak için her türlü siyasi baskıyı ve gerektiğinde maddi gücünü de kullanmaktan geri durmadı ve hâlen durmamaktadır.
İşte baro başkanlarının Ankara yürüyüşlerini bu minvalde değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye siyasetine hâkim olan güç İngiltere iken İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’nın hamleleri gelmiştir.
Menderes ile ilk deneme yapılmış, Özal ile pekiştirilmiş ve AK Parti ile de zirve yapmışlardır.
Yani demem odur ki Türkiye’de iktidar olanlar ya İngiltere ve onun siyasetini gerçekleştirmek için çalışmaktadırlar ya da Amerika’nın.
Bu konu ile ilgili çok daha detaylı bilgileri Değişim TV ekranlarından dün akşamki (26 Haziran) yayınlanacak olan programdan edinebilirsiniz.
Benim asıl değinmek istediğim konu ise adalet hakkındadır.
Bir takım baro başkanlarının ve daha önceleri muhalefet partilerinin uğruna yürüdüğü şu meşhur, adalet!
Aradıkları adaleti bulabildiler mi bilemiyorum ama ne bu ülkede ne de dünyanın herhangi bir bölgesinde adaletin olmadığını biliyorum.
Çünkü hâlen “adalet nedir?” sorusunun cevabı yoktur.
Tanımı bile yapılamamış olan bir şeyi nasıl bulacaksınız ki?
Veya bulduğunuz şeyin o olduğunu nereden bileceksiniz?
1974 yılında kurulan Türkiye Felsefe Kurumu çeşitli aralıklarla seminerler düzenliyor bu ülkede.
1992 yılında düzenlenen seminerin konusu ise “Adalet”!
Açılış konuşmasını dönemin Anayasa Başkanı Yekta Güngör Özden’in yaptığı seminerde birçok üniversiteden akademisyen adalet konusu hakkında sunumlar yapmış ve bu sunumlar, sonrasında kitap hâline getirilip kamuoyunun teveccühüne sunulmuş.
Zannedersiniz ki bu kadar etkin ve yetkin kişi bir araya gelmişse demek ki sorun çözüldü.
Ama maalesef durum öyle olmamıştır. Konuşmacılar, Platon’dan başlayıp, Aristoteles’e selam verip, Ulpion’dan Thomas Aquinas’a uğrayıp, Hobbes’dan Kant’a, Spencer’dan Rousseau’ya geçişler yaptıktan sonra muhtemelen, yenilen yemekler ve arka fonda çalan İzmir Marşı eşliğinde dağılmışlardır.
Böyle söylüyorum çünkü sonuç bildirgesinde konu başlığı olan “Adalet” hakkında ne ortaya bir tarif çıkarılmıştır ne de ülkede yaşanan hukuksal sorunlar çözülebilmiştir.
Nedir adalet?
İşleri sorun üretmek olan ve el attıkları her konuda içinden çıkılamaz girdaplar oluşturup insanlığı karanlıklara düşüren felsefeciler mi bu sorunun cevabını verecek?
Ülkesinin servetlerini kâfirlere peşkeş çeken yöneticiler mi yanıtlayacak yoksa soruyu?
Köhnemiş İngiltere’nin laiklik yorumundan başka ellerinde hiçbir şeyi olmayan muhalefet partileri mi?
Ya da bu ülkede haksız yere, hiçbir delil olmamasına rağmen yargılanan, cezalar alan Müslümanlar için “yürüyemeyen” baro başkanları mı?
…
Elbette ki hiçbirisi “Adalet nedir?” sorusuna cevap veremeyeceklerdir.
Hoş, böyle bir kaygıları da yoktur sanırsam.
Çünkü hemen herkes kendi çıkarına dokunulduğunda avazı çıktığı kadar bağırmaktadır.
Dün yargıda her türlü ahlaksızlığı yapıp masum Müslümanları terörist gösterenler, bugün cezaevinden adalet arayışına girmektedirler.
Muhtemelen ilerleyen dönemlerde de diğerleri aynı durumda olacak ve bu döngü böyle devam edip gidecektir; “gücü yeten yetene”
Bu öngörüde bulunmak için felsefe bilmeye gerek yoktur. Cumhuriyet tarihine kısa bir bakış yeterli olacaktır.
Zulüm ve haksızlıkla dolu bir tarih…
Bunun önüne geçmek ise tek bir şeye bağlıdır; adaletin tanımına…
Bunu yapamadığımız müddetçe haksızlıklar bitmeyecek ve her zaman yeni zalimler beklemek zorunda kalacağız.
Adaletin tanımını yapabilmemiz için “doğru veya yanlış nedir ve nasıl ölçülür?” sorularına cevap verilmelidir.
Cevap arayışını da kâfirlerden yapmamalıyız. Esaslarda kâfirlerden alacağımız hiçbir şey yoktur.
Adalet, zulmün zıddıdır
Adalet, Hak edene hakkını vermektir
Adalet, …
Bu ve benzeri tanımlamalar tam olarak bizi adalete yönlendirmeyecektir.
Yaklaşık 1400 yıllık tarihimizde adaleti bilfiil tatbik eden bir geçmişe sahip olan Müslümanlar açısından; “adalet nedir?” sorusu da ayrıca abesle iştigal bir şey olsa gerektir.
İslâm uleması; “bir sözün, bir düşüncenin, fikrin doğru veya yanlışlığına vakaya bakarak karar verilir” demiştir.
Bu ölçüden hareketle adalet çok kolay bir şekilde tarif edilebilir aslında.
İsterseniz vakaya bakalım…
Bir olay oluyor ve kişiler mahkeme salonunda hâkimin karşısına çıkıyor. Verilen karar ceza ile orantılı olmadığında toplum tarafından tepki ile karşılaşılıyor.
Bunun nedeni; suçu ve cezayı aciz olan insan aklının belirlemesidir.
Katılır mısınız bilmiyorum ama bence adalet; “Allah’ın emir ve yasaklarının uygulanması sonucunda doğan fiilî durumdur!” diyebiliriz.
İslâm, âlemlerin yaratıcısı ve tek ilah olan Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın kulların fiillerini düzenlemek için gönderdiği dinin adıdır.
Gerek kişisel gerek toplumsal ve gerekse de devletsel, insanın her türlü fiili ile ilgili emir, yasak ve tavsiyeler içerir.
Dolayısıyla gerçek adalet arayışında olanlar eğer samimi iseler İslâm’ın hayata hakim olması için mücadele etmelidirler.
Çünkü İslâm’da torpil, kayırmacılık, ayırımcılık… gibi şeyler yoktur.
Suç belirlidir, cezası da belirlidir.
İster halife olsun isterse de sıradan bir kişi, herkes bu Şeriat ile kayıtlıdır.
Tek bir örnek, ne demek istediğimizi daha iyi açıklar sanırım:
Rasulullah Efendimizin, Allah’ın hükmünün uygulanması konusunda hiçbir şekilde tavizi yoktu. Bu konuda (Allah’ın hükmünün uygulanmaması için) aracılık edenlere hiddetlenirdi. Bu cürmü kızı bile yapsa hükmün değişmeyeceğini ifade buyururlardı.
Âişe RadiyAllahu anha şöyle dedi:
“Benî Mahzûm kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri çok üzmüştü. Onlar, ‘Bu konuyu Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile kim konuşabilir’, diye kendi aralarında müzakere ettiler. Bazıları, ‘Buna Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in biriciği Usame İbni Zeyd’den başka kimse cesaret edemez’, dediler. Usame, onların istekleri doğrultusunda Rasulullah ile konuştu. Bunun üzerine Rasul-i Ekrem SallAllahu Aleyhi ve Sellem Usame’ye;
‘Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?’ diye sordu. Sonra ayağa kalktı ve halka şöyle hitap etti:
‘Sizden önceki milletler şu sebeple yok olup gittiler: Aralarından soylu, mevki ve makam sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!’**”
İşte böylesi bir adalete inşallah çok yakın zamanda kurulacak olan 2. Râşidî Hilâfet ile tüm insanlık yeniden şahit olacaktır!
___
#AdaletHilafetleMümkün