Son günlerde yaşanan Taliban zaferinin ardından İslâm âleminin ekseriyetini büyük bir umut kapladı. Dikkatler Afganistan’a ve Taliban’ın kuracağı iktidara, yeni devlet yönetimine çevrildi. Eş zamanlı olarak kâfir Batı dünyası korkuya kapılıp ekonomik sıkıntılar yaşayacağını varsayarak Taliban yönetimine uyarılar yapmaya başladı.
Önce ABD Dışişleri Sözcüsü Ned Price ”Afganistan’da güç kullanılarak dayatılacak herhangi bir hükümetin meşruiyetten yoksun kalacağı ve pratikte, herhangi bir hükümetin kalıcılık elde etmek için kesinlikle ihtiyaç duyacağı uluslararası yardıma sahip olamayacağı” uyarısını yaparken ZDF’ye konuşan Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, ”O ülke uluslararası yardım olmadan hayatta kalamaz. Afganistan’a her yıl 430 milyon euro temin ediyoruz. Taliban ülkeyi ele geçirir ve şeriat hukuku, hilafet yönetimi getirirse bir kuruş bile vermeyiz. Taliban da bunu biliyor.” şeklinde bir açıklamada bulundu. Benzer şekilde birçok Batılı ülke uyarılarını dile getirdi. Bazıları Afganistan’ın demokratik yönetim şekillerini asla uygulamayacağını kabul ederken Taliban da demokrasinin bir seçenek olmadığını birinci ağızdan ifade etti. Tüm bunlarla birlikte İslâm beldelerindeki İslâmi kitleler de Taliban zaferinin nereye varacağını tartışmaya başladılar. Nitekim daha önce IŞİD örneği bu kesimi hayal kırıklığına uğratmıştı. Nihayetinde Suriye’de yaşanan hayal kırıklığının ardından ABD’nin Afganistan hezimeti, Taliban’ın mutlak zaferi yeni bir meşale yakmış oldu. Lakin bu sefer de Müslümanlar arasında İslâmi iktidar tartışmaları başladı. Afganistan’daki yeni yönetimin şekli, kanunların dayanağı ve yöneticilerin vasıf ve salahiyetleri konuları sistemsel olarak sorgulandı.
Afganistan İslâm Emîrliği Başbakanı Ahund yaptığı ilk açıklamada “Tüm Afgan milletine ve İslâm ümmetine bildiriyorum ki Afganistan İslâm Emîrliği geri dönmüştür.**” ifadesi nedeniyle Türkiye özelinde bu tartışmalar “emîrlik” yapısı üzerine kuruldu.
Emîrliğin ilan edilme sürecinin öncesinde ve sonrasında ifade edilen hususlara bakıldığında vakıayı şöyle tasvir etmemiz mümkün: Tekâmül hâlinde geçici bir yönetim ile işlerinin idaresinde bir sıralama tesis edilmiş. Bu sıralamaya göre önce halkın işlerinin yürütülmesi ve aralarında yoksulluğun giderilmesi, ihtiyaçların karşılanıp kendi kendine yeter düzeyde bir devlet hâline gelinmesi ve halk arasında İslâmi bağların kuvvetli bir şekilde kurulmasının sağlanması, ardından da şûra yönetimi ile tam bir kâmil İslâm yönetimini elde etmeye doğru bir süreç. Zaten hâlihazırda geçici hükümet de şûra ile hareket edeceğini açıkladı. Nitekim Taliban liderlerinden Vahidullah Haşimi de 18 Ağustos’ta Reuters’a yaptığı açıklamada kadınların Afganistan’daki geleceğine dair bir soruya İslâmi ulema şûrasının karar vereceğini söylemişti.
Buradan açığa çıkan noktaları iki başlık altında toplayabiliriz. Afganistan İslâm Emîrliği tedrici bir yönetim uygulamayı, yönetimde de şûrayı esas almaktadır.
Bu görüş esasen İhvan hareketinin metodolojisidir. Onlara göre tedricilik olmazsa olmazdır ve yönetim şûra ile olmalıdır. Bu görüş, -Allah rahmet eylesin ve şehadetini kabul buyursun- Seyyid Kutub’un söylemidir. Yaşadığı süreçte tatbike konulamamıştı lakin daha sonraları İhvan hareketi bu minvalde yol aldı. Yine -Allah rahmet eylesin ve şehadetini kabul etsin- Muhammed Mursi liderliğinde Mısır’da iktidara gelindiğinde de aynı yol üzereydiler.
Seyyid Kutub bu iki yöntem ile birlikte bir de ümmette İslâmi şuur ve ümmet bilincinin yerleşmesinin ardından gerçek anlamda bir İslâmi yönetime ulaşılacağını öngörmüş, iktidarın ümmetin yansıması olduğundan hareketle önce ümmet içerisinde İslâmi bir uyanıklığın oluşması gerektiği düşüncesini ortaya koymuştur.
Ümmet içerisinde İslâmi bir uyanıklığın/uyanışın olmazsa olmaz görülmesi, tamamen doğru bir yaklaşımdır. Lakin hata, ümmetin olgunlaşma seviyesini tespit etme araçlarındadır. Halk nasıl bir olgunluğa ermelidir ki İslâmi otoriteyi hak etsin? Türkiye özelinde halk “İslâm” diyene her daim oy vermiştir. 1946’dan itibaren halkın oyuna başvurulmuş, halk da her seferinde ağzı İslâm’la ıslanandan yana olmuştur. Adnan Menderes halktaki İslâmi duyarlılığı Türkçe ezanı kaldırarak tarafına çekmiştir. Necmettin Erbakan “Mücahit Erbakan” söylemiyle sevilmiş, “Taksime cami yapacağım!” vaadiyle kucaklanmıştır. Halkın İslâm’a dair bu bağlılığını birçok yönetici istismar etmiştir. Örneğin Süleyman Demirel laik düşünce yapısını “İslâmköylü çoban Sülü” propagandasıyla gizlemiştir. “FETÖ” yapılanması bu halkta “İslâmi hizmet” söylemleriyle taraftar bulmuştur. 15 Temmuz’da halkımızın sokaklardaki destansı hâli İslâmi duyarlılıklarından dolayı olmuştur. Kendisine mikrofon uzatılarak nereye diye sorulan asker “İslâm güneşinin doğduğu her yere” diyerek İslâmi duruşunu ifade etmiştir. Binaenaleyh halk her daim hazırdı, “İslâm’ı getireceğim” diyeni bağrına bastı! Eğer çok partili sisteme geçildiğinden beri ılımlı İslâmcılar ve takiyeciler dosdoğru İslâm’ı onlara sunsaydı, toplumda yaşanan bu İslâmi erozyon yaşanır mıydı?
Türkiye özelinde ifade edilen bu durum Mısır için de Suriye için de Yemen için de Afganistan için de bilumum tüm İslâm beldeleri için de geçerlidir. Halklar her daim İslâm’ın gelmesinden ve aralarındaki ilişkilerde İslâm’ın egemen olmasından yanadır. Bunun örnekleri bu yazının sınırlarını aşar.
Dolayısıyla ilk olarak halkın İslâmi bir yönetimi hak etmediği düşüncesinden vazgeçmek gerekir. Bu düşünce tarzı doğru değildir.
Tedricilik meselesine gelince… Bu konu, nassları yanlış okumaktan kaynaklanmaktadır:
[وَأَنِ احْكُم بَيْنَهُم بِمَآ أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ] “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevalarına (arzularına) uyma!” [Maide Suresi 49]
Bu ayet, ister emir isterse nehiy olsun Allah’ın indirdiği tüm hükümlerle hükmetmenin farz olduğuna dair önce Rasulü’ne O’ndan sonra Müslüman yöneticilere Allah’tan gelen kesin bir emirdir. Çünkü ayetteki [ما] lafzı, indirilen tüm hükümleri kapsayan umum sigasındandır.
Allahu Teâlâ, önce Rasulü’nü sonra da Müslüman yöneticileri insanların hevasına tabi olmaktan ve onların arzularına boyun eğmekten nehyetmiştir: [وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ] “Onların hevalarına (arzularına) uyma!” [Maide Suresi 49]
Allah Teâlâ, Rasulü’ne ve sonraki yöneticilere, insanların fitnesine ve Allah’ın yolladığı hükümlerin bir kısmını tatbik etmekten yüz çevirmelerine karşı tembihte bulunmuştur. Bilakis emirler olsun nehiyler olsun bütün hükümleri, insanların isteklerine bakmadan tatbik etmeleri üzerlerine farzdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: [وَاحْذَرْهُمْ أَن يَفْتِنُوكَ عَن بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللّهُ إِلَيْكَ] Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarından sakın!” [Maide Suresi 49]
Fethedilen beldeler üzerinde İslâm hükümlerinin tatbiki hususunda Râşid Halifelerin uygulaması da böyledir. Onlar, Allahu Teâlâ’nın Kitabını, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in nasıl tatbik ettiğini en iyi bilenlerdi. Onlar geciktirme, erteleme veya tedricilik olmadan hükümleri bir defada uygulamışlardır. Onlar İslâm’a giren hiç kimseye müsamaha göstermemişler, bilakis hükümlerin tamamını tatbik etmişleridir.
Binaenaleyh kat’i delillere binaen, hükümlerin bir kısmının tatbiki diğer kısmının terki olan tedricilik, haramdır.
Son olarak şûra konusuna gelince; bu kelime, “görüş almak/vermek” anlamına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bu kelimenin geçtiği yerlerde de bu mana söz konusudur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem görüş almanın yöneticiyi bağladığı yerlerle muhayyer bıraktığı yerleri Sünnet-i Seniyyesinde beyan etmiştir. Bu konuda nasslara başvurduğumuzda şûra işinin kategorileri net olarak karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki: Stratejik üslûplar, ilmî ve fennî konularda doğru görüş/uzman görüşü kabul edilir, çoğunluğa bakılmaz. İşin menfaati söz konusu olduğunda çoğunluğa uyulur, doğru olup olmadığına bakılmaz. Bir mesele için şer’î hüküm benimsemek isteniyorsa çoğunluğa bakılmaz, şer’î delilin kuvvetine ve sıhhatine bakılır. Bunların hepsi şûra için Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in gösterdiği detaylardır.
Allahu Teâlâ [وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ] “Onlarla işlerde danış.” [Ali İmran Suresi 159] buyuruyor. Fakat bu, mücmel bir ifadedir ve detayları açıklanmamıştır. Mesela, Bedir vakıasında suyun gerisinde konaklandığında Habbab b. Munzir RadiyAllahu Anh şöyle sordu: “Bu konaklama Allah’tan bir vahiyle mi gerçekleşti? O zaman ne ileri gideriz ne de geri döneriz. Yoksa görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesi midir?” Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem: “Hayır, görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesidir.” dediğinde Habbab RadiyAllahu Anh “Öyleyse bu konaklama uygun değil. Suyun önüne gidip düşmanların sudan içmelerini engelleyelim.” dedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu görüşü kabul etti ve uyguladı. Yine Hendek Savaşı’nda Selman-ı Farisi RadiyAllahu Anh’ın görüşünün kabul edilmesi de bu minvaldedir. Dolayısıyla, stratejik üslûplarda şûra yapılıp doğru olan görüş (uzman görüşü) kabul edilir.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem hurma ağaçlarının aşılanması konusunda, “İşte, bu hususlar dünya işlerinizdir. Siz bunları daha iyi bilirsiniz.” diyerek Müslümanlara, ilmî konularda doğru görüşün alınacağını göstermiş oldu. Burada da çoğunluk aranmaz.
Uhud vakıasında, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Müslümanlara danıştı, çoğunluk Medine’nin dışına çıkıp düşmanlarla karşılaşmayı istedi. Hâlbuki Rasulullah’ın görüşü düşmanlarla Medine’de karşılaşmaktı. Fakat Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem görüşünden vazgeçip çoğunluğa uydu, hatta Müslümanlar Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in görüşünden vazgeçip onların görüşlerine uyduğunu görünce, kendi görüşlerinden vazgeçerek Rasul’ün görüşüne uymak istediler. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bunu kabul etmedi, onların görüşüne uyup orduyu düşmanlarla karşılaşmak için Medine’nin dışına çıkarttı. Bu vakıada, stratejik, ilmî ve fennî konular yoktur ve Müslümanlar arasında böyle bir şey tartışılmamıştır. İşin menfaati tartışılmıştır. Hangisi daha faydalı; Medine’de mi yoksa dışında mı savaşmak? Müslümanlar, işlerine uygun olanı yaparlar, işin menfaatini gözetmeye çalışırlar, işin menfaati hususunda çoğunluğun görüşüne uyulur. Mesela, bir yol veya bir köprü daha yapılsın mı yoksa yapılmasın mı tartışmasında çoğunluk ne istiyorsa o yapılır. Çoğunluk “yapılsın” dediğinde ise yol ve köprüyle ilgili fennî hususlar devreye girer ve yapım işinde çoğunluğa uyulmaz, doğru görüş/uzman görüşü aranır.
Hudeybiye vakıasında ise Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Kureyşle belli bir müddet için sulh (barış) yapmak istedi, anlaşma yaptı. Müslümanların çoğu buna itiraz ettiler. Hatta Ömer RadiyAllahu Anh bu anlaşmaya itiraz etti. Fakat Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bunun vahiyden olduğunu açıklayınca Müslümanlar sustular. Bu türden teşri konularında yani bir şer’î hükmün benimsenip kanun hâline getirilmesi hususlarında vahye tabi olunur.
Râşid Halifeler de böyle davrandılar. Böylece stratejik üslûplarda, ilmî ve fennî konularda doğru görüş kabul edilir, çoğunluğa bakılmaz. İşin menfaati söz konusu olduğunda çoğunluğa uyulur, doğru olup olmadığına bakılmaz. Bir mesele için şer’î hüküm benimsemek isteniyorsa çoğunluğa bakılmaz, şerî delilin kuvvetine ve sıhhatine bakılır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu vakıalardaki fiilleri bizim için şer’î delildir ve bunlar şûranın detaylarını açıklamaktadır. Ayrıca Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu beyanları Allahu Teâlâ’nın bunları O’ndan istediği anlamına gelir.
Bu konular daha detaylı incelendiğinde İslâm’da devlet yönetiminin şûra değil vahdet üzere kurulu olduğu hem Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem hem Râşid Halifeler örnekliğinde açıkça görülür. Onlar yukarıda izah edildiği üzere görüş almışlar lakin hükmü, yönetici vasfıyla kendileri benimsemişlerdir. Dolayısıyla şûra bir yönetim makamı değil, imam/halife için nasslarla çerçevesi belirlenmiş bir danışma merciidir. İşte şûranın mahiyeti budur ve devlet yöneticisi bunu zikredildiği şekillerde uygulamaya alır.
Tüm bunlarla beraber ne İhvan-ı Müslimîn mensubu kardeşlerimizin ihlaslarını tartışmaya açarız ne de mücadelelerini… Yine Taliban zaferine, ABD hezimetine ve tüm küfür devletlerine ait askerî unsurların Afganistan’dan kovulmasına olan sevincimiz de tartışma konusu değildir.
Zülfü yâre dokunduksa kusura bakılmasın.