Yahudi varlığının Gazze katliamlarına başlamasıyla birlikte meydanlardan tüm Müslüman beldelerdeki ordulara çağrılar yaptık. Filistin meselenin çözümünün Yahudi varlığının İslam topraklarından sökülüp atılması olduğunu ve bunu da ancak Müslümanların ordularının gerçekleştirebileceğini yüksek sesle tüm dünyaya duyurduk. Ancak ne var ki statükoya teslim olmuş ve siyasi basiretten nasibini alamamış bazı Müslümanların, bunu idrak edemediklerine ve böyle bir çağrıyla ne kastettiğimizi anlayamadıklarına üzülerek şahit olduk.
Biz bu çağrıları yaparken aynı zamanda, “İslam beldelerindeki yöneticilerin orduları asla harekete geçiremeyeceklerini” ve hatta bu konuda “hayır için kıllarını bile kıpırdatmayacaklarını” da söyledik ve sürecin sonunda da ne yazık ki haklı çıktık. Şimdi; sene-i devriyesine yaklaştığımız bu katliamların müsebbibi olan güçlerin gerçek vakıalarının ne olduğuna bir bakalım. Böylece belki de; onlardan çekinen, “devasa” olduğu söylenen askerî güçleri karşısında eziklik yaşayıp siyasi baskılarına boyun eğmeyi yeğleyen statükocu Müslümanlara bazı gerçekleri göstermiş oluruz.
Burada SSCB’nin dağılmasından bu yana 30 küsur yıldır hâlâ ABD’nin güdümünde NATO’ya mahkûm olup kendisine ait bir ordu kurmayı bile beceremeyen Avrupa’yı bir kenara koyarak ABD’yi askerî açıdan değerlendirmeye başlayalım:
ABD, bugün; 858 milyar dolarlık bütçesi, -yaklaşık 400 bini kıta dışında olmak üzere- yedeklerle birlikte 2 milyonun üzerinde askeri ve silah-teçhizat açısından sahip olduğu teknolojik avantajlarla şüphesiz dünyanın en büyük ordusudur. Ancak ABD’yi güçlü yapan ve onun hâlâ “birinci devlet” konumunu sürdürmesine sebep olan unsur sahip olduğu devasa askerî güç değildir. Çünkü ABD, kabuğundan çıkıp dünya siyaset sahnesine atılmış olduğu II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, girmiş olduğu tüm savaşlarda ciddi bedeller ödemiş ve hemen hiç birisinde zafere ulaşamamıştır.
“Soğuk Savaş” döneminin ilk sıcak savaşı olan Kore Savaşı (1950-1953), “ABD ve müttefikleri” ile “Çin ve müttefikleri” şekline dönüşmüş ve 3 milyondan fazla insan ölmesine rağmen ancak güneyin sosyalistlerin eline geçmesini önleyebilmişlerdir. Soğuk Savaş döneminin ikinci savaşında ise Vietnam, ABD’nin batağa saplandığı, askerî ve ekonomik açıdan ağır bedeller ödemek zorunda kaldığı bir savaş olmuştur. ABD bu savaşta yaklaşık 60 bin askerini kaybederek Vietnam’dan çekilmek zorunda kalmış; sosyalistler, Güney Vietnam’ı kuzeye dâhil etmeyi başarmışlar ve Kamboçya ile Laos’u yönetimleri altına almışlardır. Bu savaş, ABD ve müttefikleri açısından tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştır. ABD’nin yakın dönemde Müslümanlara karşı başlattığı Afganistan Savaşı (2001-2014) ve Irak Savaşı da (2003-2011) büyük kayıplar vererek çekilmek zorunda kaldığı savaşlar olmuştur.
ABD’ye “güçlü bir devlet” görüntüsü veren ve onun birinci devlet konumunu korumasına sebep olan husus, sahip olduğu siyasi güçtür. Bu güç, onun yayılmacılığının bir neticesi olarak oluşturduğu nüfuz bölgeleri ve bu bölgelerde kendi işlerini yürüten ajan yönetimlerin varlığıdır. ABD açısından sahip olduğu devasa ordudan ziyade, kendi kıtası dışında 172 ülkede çeşitli ölçeklerde 800'e yakın askerî üssün ve bu üslerdeki 400 bin askerin varlığı çok daha önemlidir. Özellikle İslam Beldelerindeki bu üslerin kapatılıp askerlerinin kovulmaya başladığı gün, zaten askerî açıdan savaş meydanlarında hiçbir başarısı olmayan bu ordunun, dünyaya tehdit oluşturma açısından da hiçbir etkisi olmayacaktır.
ABD’yi güçlü kılan ikinci büyük etken ise siyasi gücüne bağlı olarak oluşturduğu ekonomik sömürü çarkıdır. Yani bunun anlamı kısaca; doların rezerv para olması, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası sömürü kuruluşlarının ABD’nin çıkarlarına hizmet eden kuruluşlar olarak varlığını sürdürmesidir.
ABD’nin varlığının esasını teşkil eden kapitalizm fikri batıl, insanları çağırdığı demokrasi ve insan hakları gibi cezbedici sloganik söylemleri de vakıası olmayan yalanlardan ibarettir. Dünya üzerinde bugün tatbik edilen kapitalist nizamların insanlığı içine düşürdüğü buhran ise apaçık ortadadır. Onu siyaseten güçlü yapan; sahip olduğu ve insanlığa götürdüğü kapitalist değerler değil, başta İslam beldeleri olmak üzere yayılmacılığının bir sonucu olarak kendi adına bulundukları bölgelerde işlerini yürüten ve ümmetine ihanet halinde olan yönetici konumundaki işbirlikçi ajanlarıdır.
Böyle bir vakıa üzerine oturtulmuş bir devletin/yapının gücü ve bekası da çöreklendiği bölgelerdeki devamlılığına bağlıdır. Sonuç olarak; onun varlığı, İslam’ın hayat sahasına yeniden dönmesiyle son bulacaktır. Onun batıl fikirleri ve bunlardan ortaya çıkan çürük hayat nizamı, İslami otoritenin yani İslam Hilâfet Devleti’nin karşısında kaybolup gidecektir. İşte o devlet, -başta Yahudi varlığı olmak üzere- Müslümanlara zulmeden kâfirlerin üzerlerine ordularını gönderecek tek devlettir. O devlet, ümmetin bağrına çöreklenmiş ABD ve Avrupa gibi habis varlıkları, kurdukları üsler ve oluşturdukları işbirlikçi yönetimlerle birlikte söküp atacaktır. Onlar o zaman işe yaramaz milyarlarca dolarlık ordularının yanında, siyasi olarak da bir “hiç” haline geleceklerdir. Böylelikle, onları siyasi ve ekonomik açıdan güçlü yapan sömürü sistemlerinin hayat damarları kesilmiş olacaktır. Çünkü şu anda kâfirlerin “üstünmüş gibi göründüğü” bu mücadele, çürük fikirler üzerine oturtulmuş batıl kapitalizm ile hak din olan İslam’ın mücadelesidir.
[وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا] “De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur!’” [İsrâ Suresi 81]