(Köklü Değişim Yazarı Mehmet Aydın, Avrupa\\'da Müslümanlara karşı yükselen düşmanlığı Almanya\\'dan kaleme aldı.)
İkinci Dünya Harbi’nden sonra özellikle Türkiye’den on binlerce gurbetçi Avrupa’nın birçok ülkesine çağrıldı. Gurbetçilerin çağrılış sebepleri, yıllardır süren savaşların neticesinde yerle bir olmuş ve insan gücünü kaybetmiş olan Avrupa’yı tekrar kalkındırmaktı. Neticede bu kalkınma hamlesinin çok uzun süreceğini düşünmeyen Avrupa, gelenlerin Müslüman olmasını fazla sorun olarak görmüyordu. Bir kaç yıl en fazla 5-10 yıl içerisinde gurbetçilerin tekrar ülkelerine geri dönmesi arzulanıyordu. Gelen gurbetçilerin de zaten uzun süre kalma niyetleri yoktu. Lakin süreç hiç de istenildiği gibi gelişmedi. Birinci nesil gurbetçiler, ailelerini getirdiler ve sonra ikinci, üçüncü hatta dördüncü nesil oluştu. Bugünlerde ise resmi rakamlara göre sadece Almanya’da 5 milyon Müslüman yaşıyor. Gayri resmi rakamlara göre ise bunun çok daha fazla olduğu tahmin edilmekte. Bu hızlı artış ve özellikle Müslümanların yoğun yaşadığı semtlerde İslâmi hassasiyetlerin gözle görülür bir şekilde çoğalmış olması, gayri ihtiyari olarak Batı halklarını rahatsız etmeye başladı. Bu rahatsızlığın korkuya evrilmesi ve daha da güçlenmesi için birçok medya kuruluşu düzenli olarak Müslümanlar hakkında menfi propaganda yapmaktan geri durmadılar. Yapılan bu olumsuz propaganda ile oluşan tehlike karşısında, halkı korumak bahanesi ile bazı siyasetçiler popülist siyasi söylem ve eylemler geliştirme fırsatı bulmuş oldular. Bu süreç özellikle tezgâhlanmış 11 Eylül 2001 tarihinden sonra gündemi çok yoğun bir şekilde meşgul etmeye başladı. Patlamaya hazır olan uyuyan “hücreler (schläfer)”gibi terimler dahi üretmeyi ihmal etmediler. Her gün İslâm ve Müslümanlar terör yaftasıyla anılmaya başlandı. Zamanla İslâmi hassasiyeti artan Müslümanlar gizli “terörist (schläfer)” olarak görülmek istendi. Bu puslu havanın neticesinde ekilmiş olan kin tohumlarından birer canavarlar üremeye başladı. Oluşan bu canavarların en öncelikli düşmanı Müslüman yabancılar olduğu hiç kimse tarafından inkâr edilmiyor. İşte bu canavarlar artık güçlendi ve kontrolsüz saldırılar gerçekleştirmeye başladı. Camiler kundaklandı, başörtülü bacılarımıza sokak ortasında saldırılar gerçekleşti. Hatta mahkeme binasında başörtülü bacımızı 17 bıçak darbesi ile katleden canavarı durdurmak isteyen kocası, canavarlaşmış olan polis tarafından silah ile vuruldu. Çünkü Müslüman olan yabancılar her zaman tehlikeli ve terörist olarak görülmek istendi. Bu durumu fırsat bilen bazı siyasi partiler, gün geçtikçe güçlendi ve meclise girme hakkı dahi kazandı. Almanya’da bu partinin adı AfD (Almanya için Alternatif) Partisi oldu. Lakin bu zihniyeti temsil eden sadece bu marjinal olarak görülen parti olmadı. Bilakis merkezî partiler de örneğin CDU/CSU (Hıristiyan Demokratlar)’da bu siyaseti izlemeye başladı. Bu durum Almanya için geçerliydi. Başka Avrupa ülkelerinde ise bu zihniyet çoktan kök salmış ve filizlenmişti. Bilinmektedir ki, Avrupa’nın birçok ülkesinde bu zihniyeti temsil eden siyasi liderler ya o ülkeyi yönetmekte ya da en güçlü ikinci veya üçüncü parti konumuna yükselmektedir.
İşin boyutu bu şekilde hazırlandıktan sonra Avrupa’da yeni bir akımın varlığı hissedilir hâle geldi. Bu akımın adı Sağ Popülizm’dir. Bu akımın ana özelliği entellektül olmaları, sabırla ve hedef odaklı siyaset yapmaları, korku havasından istifade etmesini oldukça iyi bilmeleri ve özellikle İslâm düşmanlığı ile taraftar toplamalarıdır. Dolayısıyla bu akımın en büyük hedefi, düşman olarak gördükleri Müslümanları ve mensup oldukları İslâm dinini Batı’dan söküp atmak üzerine kurulmuştur. İzledikleri siyaset hep bu denklem üzerine oluşturulmuştur. Bu akımın parti programlarında İslâm ile mücadele adı altında ayrı bir bab dahi mevcuttur. Hatta bu konuda oldukça geniş araştırmaları dahi olduğu bilinmektedir. Yaptıkları araştırmalarından birinde, haklı olarak İslâm dininin Hıristiyan veya Yahudi dini ile aynı olmadığı dile getirilmektedir. Bilakis İslâm dinini bir ideoloji olarak görmektedirler. İslâm dininin bir hayat nizamı içerdiği ve bundan ötürü Batı hayat anlayışı ile örtüşmediği ve yasaklanması gerektiği kanaatini taşımaktadırlar. Demokraside var olan din hürriyetinden Müslümanların istifade etmelerinin mümkün olmadığı, çünkü İslâm’ın bir din olmadığı ve Batı hadaratını tehdit ettiğini dile getirmektedirler. Bu açıklamaları ile aslında korkularının ne kadar büyük olduğunu görmek mümkün. Onun için Batıya yalakalık yapan ve onlara şirin görünmek isteyen kuruluşları dahi sevmemektedirler. Buna en bariz örnek olarak Merkezî İslâm Konsey Başkanı Aiman Mazyek’i verebiliriz. Bu şahsiyet açık saçık kadınlarla dans eden, Yahudilere şirin gözükmek istediği için onların protestolarına cânı gönülden katılan ve İslâm düşmanlığı ile bilinen FDP (Hür Demokrat Partisi)’nin üyesi olan birisidir. Bu kişinin AfD Partisi’nin geçen seneki lideri olan Fauke Petry ile takriben 45 dakikalık bir görüşmesi oldu. Konuşma sonrasında Fauke Petry Merkezî İslâm Konsey Başkanı olan Aiman Mazek’e şu soruyu sorduğunu fakat mutmain edici bir cevab alamadığını söylüyor; “Müslüman bir erkek Hıristiyan bir kadınla evli ve çocuk sahibi iken boşanma durumu söz konusu olsa, çocukların bakımı kime verilir?” Bu soruya mutmain edici cevap alamadıkları ve bu gibi gerçek hayatla bağı olan konularda Avrupa’da yaşayan birçok Müslümanın laik anayasayı değil de şeriatı esas alacağı için çok büyük bir tehditle karşı karşıya kaldıklarını, dile getirdi. Yani sağ popülistler doğru İslâm anlayışını bir tehdit olarak algıladıklarını ve bu şekli ile onu kabul etmelerinin mümkün olmadığını açıkca dile getirmektedirler. Kabul görebilecekleri İslâm ise tamamen ruhi ve hayatla hiçbir bağı olmayan bir din anlayışıdır. Özetle bu anlayış birçok açıdan Müslümanların ileriye dönük çok büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağının güçlü bir emaresidir.
Batı’da yaşayan biz Müslümanlar kesinlikle bu dikta ve baskıcı anlayışı kabul etmemeliyiz ve etmeyeceğiz de. Bize dayatılan entegrasyon yalanını ise herkese anlatmalıyız. Onlar entregrasyonu Batı kültürü ve hayat anlayışını şartsız kabul etmek” olarak özetlemektedirler. Hâlbuki bu onların kendi kanunlarına göre bile doğru değildir. Bilakis entegrasyon o ülkenin genel hayatta var olan kuralları ihlal etmemek olarak tanımlanmaktadır. Bu ise biz Müslümanlar tarafından zaten İslâm’ın bir emri olarak kabul görmektedir. Yani o ülkede çalışmaktır, çalmamaktır, halkına karşı saygısızlık yapmamaktır vs. Lakin entegrasyon kesinlikle o ülkenin sahip olduğu ideolojik esasları kabul etmek ve başka dünya görüşlerini inkâr etmek değildir. Onun için şuan itibarı ile Batı şayet kendi kurallarına saygı duyuyorsa, Müslümanların dini kararlarına saygı duymak zorundadır.
Tüm bunların neticesinde Almanya ve Avusturya’da son haftalarda hararetli bir şekilde tartışılan başörtüsü yasağı talebini daha iyi anlamak mümkün olduğu kanaatindeyim. Yani mesele aslında başörtüsü değil başörtüsü üzerinden İslâmi kimliğimize İslâm dinine saldırmaktır. Biz Müslümanlar buna kesinlikle izin veremeyiz ve Allah izni ile vermeyeceğiz. Rabbim biz Müslümanların yar ve yardımcısı olsun. Rabbim Müslümanlara karşı kin ve nefret duygularını bünyesinde bulunduran kişi ve kuruluşları Kahhar sıfatı ile kahru perişan eylesin. (Âmin).